Obama'nın işkenceye yaklaşımı, ABD'yi uluslararası hukukun önüne koyma eğilimini sürdürüyor. Anaakım Amerikan medyasıysa 'işkence' demek yerine 'sert taktikler' gibi ifadeler kullanıyor. Oysa yabancı bir ajan aynı taktikleri Amerikalılara uygulasa, halkın büyük bölümü afallayacaktı.
ABD görevlileri tarafından yapılan işkence meselesi bir kez daha manşetlerde. Barack Obama yönetimi geçenlerde yakın geçmişe ait bazı gizli belgeleri kamuoyunun dikkatine sundu. Söz konusu belgelerde CIA, Amerikan ordusu ve diğer resmi kurumların sözüm ona terörle savaşta uygulanan işkence programına yönelik yaptığı tartışmaların ve en nihayetinde programa verilen desteğin ayrıntıları yer alıyor. Tahminen okurların da bildiği üzere, Başkan Obama Adalet Bakanlığı'nın işkencenin kullanıldığı sorgulamalara katılan CIA görevlileri hakkında dava açmayacağını açıkça beyan etti, fakat işkence taktiklerini planlayıp meşrulaştıranlara yönelik soruşturmalara kapılı açık bıraktı. Nürnberg İlkeleri'nin beşincisine göre:
"Bir insanın bağlı bulunduğu hükümetin veya üstünün emrine uygun davranması olgusu, uluslararası hukuk uyarınca onu sorumluluktan muaf kılmaz, zira gerçekte ahlaki bir tercihte bulunması mümkündür."
ABD UCM'ye de karşı
Obama'nın Amerikalı görevlilerin eylemleriyle ilgili bu kararı özünde bu ilkeyi ihlal ediyor. Obama yönetimi böyle yaparak kendisini Bush yönetiminin suçlarına iştirak eder hale getiriyor.
Buna ilaveten, Obama Washington'ı uluslararası hukukun üzerine koyma eğilimini devam ettirmiş oluyor. Tel Aviv gibi Washington yönetimi de sadece destek verdiği BM kararlarına riayet ediyor ve kendi tasarılarına karşı eleştirel olan kararları görmezden geliyor. Washington ayrıca kendi birliklerini ve paralı askerlerini uluslararası savaş suçları yargılamalarından esas olarak muaf sayıyor, hatta Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin (UCM) karşısına çıkacak olan Amerikalıları askeri güç kullanarak kurtarmayı öngören yasalar çıkarıyor. Kendisini hukukun üstüne koyma tavrı sadece uluslararası arenada değil, ülke içinde de tezahürünü buluyor. Tel Aviv'le Washington'ın en vahim yayılmacı çıkarlarının kesiştiği noktada, Adalet Bakanlığı İsrail lobi grubu AIPAC (Amerika İsrail Halkla İlişkiler Komitesi) adına ABD'de casusluk yaparken yakalanan ajanlar aleyhindeki suçlamaların düşürülmesini değerlendiriyor. Medyada yer alan haberlere göre, suçlamaların düşürülmesi meselesi ilkin Amerikalı bir kadın Kongre üyesi tarafından gündeme getirildi.
Fakat okuduğunuz yazı aslında bunlar hakkında değil. ABD'nin gözetimindeki tutuklulara işkence yapanların emirleri yerine getirdiği varsayımından daha da acayip olan husus, Adalet Bakanlığı'nın işkenceyle ilgili yazışmaları ve diğer belgeleri açıklamasından hemen ardından ABD anaakım medyasında yazılıp çizilenler. En başta, esasen hiçbir büyük gazete, sorgulanan taktikleri tanımlamak için 'işkence' kelimesini kullanmıyor. İşkencecilerin eylemlerini tarif etmek için 'işkence' yerine 'sert taktikler' ve 'aşırı sorgulama teknikleri' gibi örtmeceler kullanılıyor. İşkence kelimesi zikredilmesi, ancak şuna benzer şekilde devam eden bir bağlamda söz konusu oluyor: Bazıları tarafından işkence addedilen bu sert taktikler...
Başka bir deyişle, sadece kuşku verici niyetleri olanlar ABD görevlilerinin ve ajanlarının işkenceci demeye cüret ediyor. Argüman şöyle devam ediyor: Bu ajanların ve görevlilerin yaptığı en kötü şey, ülkemizi bazı kötü adamlardan korumak için birilerini kazaen incitmek olabilir.
İşkencecileri bu şekilde mazur görmenin daha da ötesinde, son olarak New York Times 'Tutuklu Kavgasının Merkezindeki Soru: Yöntemler Saldırıları Durdurdu mu?' başlıklı bir analiz yayımladı. Özünde bu yazı gazetenin üstünü kapatıp 'sert' diye nitelediği taktiklerin, Kaide tarafından düzenlenen saldırıları durdurmakta etkili olup olmadığını tartışıyor. Bu tartışmaya kimsenin dürüstçe kesin bir cevap veremeyeceği olgusu bir yana, yazının asıl yaptığı şey işkenceye dair tartışmayı içerdiği ahlaki meselelerden uzaklaştırıp etkin olup olmadığına kaydırmak. İşkencecilerin ve onların savunucularının tartışmayı tercih ettiği zemin de bu. Tartışma ahlakiliği içermediği sürece, işkenceciler taktiklerini 'ne yaptıysak saldırıları durdurmak için yaptık' iddiasıyla meşrulaştırabiliyor. Böyle bir tartışma özünde anlamsız olsa bile, ne işkenceden yana olanlar ne de karşı olanlar etkililiğini veya etkisizliğini kanıtlayabiliyor, böylece işkenceciler işkenceye karşı olanlarla eşit düzeyde kalıyor.
Yasadışılık konusunda şüphe yok
Medyanın işkencenin sözüm ona kullanışlılığı hakkındaki bu tartışmaya zemin hazırlayarak yaptığı, işkencecilerin işledikleri ciddi suçlardan kurtulması için meşru bir dayanak sağlamaktan başka bir şey değil. Halbuki yabancı bir ajan aynı taktikleri ABD vatandaşlarına uygulasa, Amerikan halkının büyük bölümü afallayacaktır. ABD'nin gözetimi altındaki tutuklulara, Washington'ın bilgisi dahilinde iş gören CIA ve diğerleri tarafından sistematik işkence uygulanması etrafındaki tartışma, bu tür taktiklerin etkili olup olmaması hakkında olmamalı. Yasal olup olmadıkları hakkında da tartışılmamalı, zira yasadışı olduğu ayan beyan ortada. Hatta bu tür taktiklerin ahlaki olup olmadığına dair bir tartışma da yürütülmemeli, zira kendisini (ne kadar yanlış da olsa) dünyanın ahlak bekçisi sayan bir ülke için işkencenin gayrıahlakiliği konusunda hiçbir kuşku olmamalı. Hayır, önceki yönetim ve ajanları tarafından tutuklulara işkence uygulanmasıyla ilgili tek tartışma, devlet içinde işlenen bu tür suçlara ve işkence rejiminin yaratılmasından sorumlu olanlara yönelik dava açılması olmalı.
Eric Holder ve başında bulunduğu Adalet Bakanlığı, bu suçlardan sorumlu olanları adalet önüne çıkarmak konusunda en ufak bir tereddüt göstermemeli. Holder, sonucu ne olursa olsun, bu kişileri hukukun en geniş kapsamıyla yargılamaktan korkmamalı. (ABD merkezli internet sitesi, 26 Nisan 2009)
Kaynak: Radikal