"Ne bekliyor beni? Gelecek bana neler getirecek? Aslında hiçbirşey bilmiyorum, hatta bir önsezim bile yok. Bir örümcek yüksek bir noktadan hızlıca derinliğe doğru yol aldığında, açıldığı bu yolda önünde sadece kocaman bir boşluk görür, öyle ki her ne kadar çabalasa da ayaklarıyla tutunacak bir yer dahi bulamaz. Onu iten tek şey ise sırtındaki kendi ince bağıdır. Benim de durumum biraz buna benzer: önümde sürekli büyüyen bir boşluk, bu boşluğa beni iten şey ise, sırtımda taşıdığım bir sonuç. Bu hayat o denli büsbütün ve o denli vahim şekilde tersine dönmüş bir vaziyettedir ki, dayanılmaz bir hal almıştır"
S. Kierkegaard: Ya... – Ya da...
1909 yılının 27 Haziran’ı hafızalardan silinmemesi gereken bir tarihtir, çünkü o gün gerek Doğu gerekse Batı için belki de tarihin en korkunç olayı yaşanmıştır. Doğu için korkunç olanı, “doğuyu” kaybetmesiydi; Batı için korkunç olanı ise artık “batıda” kalmasıydı. Mehmet Akif Ersoy’un bir mısrası sanki tam da bu olay için yazılmıştı: “Şu uğursuz gecenin yok mu sabahı?”. Tüm bu yaşanan “büyük” olayın arasında en anlamsızı ise olayın son derece tahkirâne bir şekilde sonuçlanmasıydı. “İttihat ve Terakki” mensubu dört kişi, bir Ermeni, bir Yahudi, bir Arnavut ve bir Gürcü sultana “fermanı” getirmişlerdi: “Halkın seni istemiyor!”. Sultanın cevabı istihzalıydı: “Şu ‘İttihat ve Terakki’ dedikleri daha onurlu birilerini bulamadı mı!?” (Pek tabi ki bunu söylemesinin nedeni, tam da bu dört kişinin İmparatorluğun vahim durumunun müsebbibi olduklarından ve belki de onların felaketten başka kimseye bir hayrı olmadığından emin olmasıydı)
Peki o an, o sabah ne olmuştu? Birincisi, asırlık bir İmparatorluğa son verilmişti, ikincisi, hilafet gibi düzen ve huzur bakımından özel bir ehemmiyet arz eden manevi bir kurumsal ilhamın yıkımına doğru gidiliyordu. Halbuki Yaradan’ın kendisinin insana atfettiği en yüksek sıfat halifetullahi fi’l-erd’dir.
Saltanatın sonlanmasına gelinmesi her ne kadar acı bir hadise olsa da, bu pek de şaşılası bir durum değildir. Tarih bu döneme değindiğinde, aynısını Hristiyan ve Yahudilerin muhafaza edildiği, hatta kimi zaman onlara imtiyazların tanındığı ve Müslümanlarla kıyasla muamelelerde en ufak bir ayrımın yapılmadığı bir dönem olarak nitelendirmesine karşın büyük kültürel, ekonomik, siyasi, askeri ve devlet yapısı bakımında(n)büyük zaafiyetler de mevzu bahis idi. Kiliseler ve sinagoglar oradaydı, ve yıkılmadıkları gibi aynıları özel statüye sahipti. Yani, insancıl bir imparatorluğun sonu gelmişti. Özetle açıklayacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonraki yüz yıl içerisinde Müslümanların İslâm adına bir kilise veya sinagog yıktığını duydunuz mu? Halbuki Osmanlı İmparatorluğu’nun ruhuna (yani İslâm’a) uygun camilerin, medreselerin, tekkelerin, kültürel mirasın tüm izleri silinmiştir. Bu tüm Balkan topraklarında yaşanmıştır. Yüzlerce cami, medrese ve tekke günümüzde yok olmuştur. Bu adaletsizliği dünya gözüyle müşahade etmek istersek, günümüzde Batı’da her cami, her mescid, bodrum katlarındaki her namaz odasının tam bir düşüncesel ve insani cehalet ile ayrımcılık içerisinde en anormal safhalardan nasıl geçtiğine bakmamız kâfi olacaktır.
Yukarıda zikredilen felaketin dört “postacısından” ikisine değinmek istiyorum: Yahudi ve Arnavuda. Yahudi ıle ilgili olarak, bu zatın nimeti küfranlığı ve bilgisizliği şaşılası bir durumdur, çünkü bilinmektedir ki Yahudiler İspanya’dan köklerinin kazıtılması niyetiyle adeta her taşın altında aranmakta olduklarından dolayı kaçtılar ve Yahudilere bunu yapanlar da Müslüman değil Hritiyanlardı. Peki o dönemde Yahudilerin yardımına kim koştu? Müslümanlar, İslâm. Yahudiler İstanbul, Bosna, Arnavutluk, Kosova ve Üsküp gibi ancak Müslümanların yaşadığı topraklarda misafirpervelikle karşılandılar. Yahudilere yönelik uygulanan bu adaletsizlik çok daha sonraları da devam etti ve İkinci Cihan Harbi döneminde yaşanan soykırımla tüm dünyayı sarsan boyutlara ulaştı. Yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca Yahudi ve hatta Çingene ile diğerleri mağdur oldular. Çağdaş yazılarda bu soykırımın bilfiil Siyonistler tarafından organize ve kontrol edildiğine dair bilgilere rastlamamız pek şaşırtıcı bir durumdur. Ancak bu beni pek de ilgilendirmemektedir, zira bu hayırlı birşey değildir ve bu denli olaylar günümüzde Müslümanların da başına gelmektedir. Beni birisine yapılan haksızlık alâkadar eder, öyle ki ben fırınlarda yakılıp küle dönenlerin, ya da İslâmi bir deyişle mazlumların yanındayım. Ve yine, o dönemde de Müslümanlar, Ademoğulları olarak Doğu’lu kardeşlerini muhafaza etmekte kararlıydılar. Peki, hâl böyle iken, Yahudilerin bu iyiliği unutmaları ve Müslümanlara yönelik entrikalarına bidüziye devam etmeleri nasıl mümkün olabiliyordu?!? Bu denklemde eksik olan parçam şudur: Almanlar tarafından tahkir edilmeleri, zulme uğramaları ve yok edilmelerine rağmen Yahudiler, neden Müslümanlara duydukları kini Almanlara duymuyorlar?
Bu bağlamda aklıma gelen husus ise, İsrail devletinin kurulmasını kendileri açısından tehlike olarak arz eden ve bunun kendilerinin sonu olduğunu söyleyen Ortodoks Yahudilerin talebi/reddidir. İşte bu, büyük bir bilgeliktir ve Kur’an’ın öğretisiyle de uyuşmaktadır, zira Kur’an’da ne devlet ne de sınır, hele ki İslâm’ın siyasallaşması ya da devlet İslâmı gibi kavramlar kesinlikle zikredilmemektedir.
Arnavut “postacıya” (Esat Paşa Toptani) gelince, onun sonu “hak ettiğinden” evvel ve tam da bir Arnavudun elinden geldi. Bu konuya değinmişken, biz Arnavutların da sanki aynı yolu takip ettiğimizi belirtmemizde fayda var kanımca: varlığımızı korumayı beceremedik, bir arada ve özgürce yaşadığımız toprakların kıymetini bilemedik, ve sadece topraklarımızın parçalanmasını değil, bununla birlikte halkımızın da ruhsal ve bedensel yıkımını göz göre göre kabul ettik. Halen şu sorunun cevabı verilmemiştir: diğerleri gibi biz de tam bağımsız olabildik mi? Biz o denli ileriye gittik ki, ezeli düşmanlarımıza dahi yardımcı olduk ve farklı hareketlerde yer aldık; tarihçiler diyor ki Arnavutlar Yunanistan’ın kurulmasında da rol aldı, ki bu Yunanlıları çıldırtmaktadır. Bunu da ancak bizim başkalaşmamızı kanıtlama gayretiyle veya bizim yeni bir “güce” dalkavukluk etmemiz amacıyla yapmaktadırlar. Aynısı Sırplarla da yaşandı. Peki, korkunç “sonralar” dışında ne elde ettik: kültürde en geç kalanlarız, devlet inşasında son derece yıkık bir haldeyiz, halimiz o kadar vahim ki birleşmeyi dahi istemiyoruz. Bunu Arnavut “kafalarının” kendileri söylüyor.
Zikrettiğim ağır lafların bilincindeyim, ancak bu sözleri kendime söylediğimi ifade etmeliyim, doğrusu acıyı kendimde yaşıyorum, çünkü daha ilk adımlarını atar atmaz yıkımına doğru ilerleyen yeni Avrupa “imparatorluğunda” sözümüzün bir hükmünün olmaması şöyle dursun, bizimle alay dahi ediyorlar. Maalesef, gerçek budur. Bunları söylememin sebebi, bir an için durup neden sürekli kaybettiğimizi düşünmemize dair elzemiyetimizdir. Bir Doğu’ya bir Batı’ya, bir Güney’e bir Kuzey’e koşmamız yetmedi mi; ona dayan, buna dayan... İşte, halen atalarımızın yaptığı yanlışları yapmaya devam ediyoruz. Siyasi olarak Avrupa’nın en anti – Müslümanları olmamıza rağmen, halen bir türlü güya İslâmı “zorla” kabul ettiğimize dair geçmişimizden kurtulamıyoruz. Bu dalkavukluklarımızın sonunun ne olacağı, bunların bize ne getireceği, ne tür bir çehreye sahip olacağımız halen meçhul. Tarihin tekerrür etmemesini ümid ediyorum, zira Osmanlı sonrası dönemden yaralarımız halen kabuk bağlamamıştır.
“Türk kabristanı” (oku: Balkan milletlerinin kabristanı) ifadesi zihinlerimizdeki tazeliğini korumaktadır. Etrafımızda bunun aksini ispatlayacak tek bir karış toprak parçası dahi bulunmamaktadır. “Türk kabristanı” ifadesi merkez Balkanların lehçesinde neredeyse son iki asırdır kendine yer edinmiştir. Diğer benzer dilsel ifade örneklerinde olduğu gibi, bu örnekte de başlıca, mevcudiyeti boyunca yeterince incelenmemiş bir anlamla karşılaşmaktayız. İfade, bünyesinde bir anlam bozukluğunu içermekte ve bu husus anlam karışıklığının muhafaza edilmesi ve derinleşmesinin şartlarından birini teşkil etmektedir.
“Türk” ifadesi herşeyden evvel Müslüman anlamına gelmektedir ve ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki uzun süreli mevcudiyeti esnasında inşa edilen değerleri tasvir etmektedir. Kabirlerin sakinlerinin etnik mensubiyeti söz konusu olduğunda ise, bu ifade modern anlamında kullanılıyorsa bahsekonu merhum zatlar Müslüman olmakla birlikte Arnavut, Boşnak, Kara Dağlı, Sırp, Hırvat, Roman, Pomak v.b. olabilir. Bu mensubiyet bireysel veya kollektif anlamı da içerebilir. Balkan Müslümanları birliğine mensup kişilerin Osmanlı İmparatorluğu ile yakın siyasi ve kültürel ilişki içinde oldukları göz önünde bulundurulduğunda, aynılarına karşı uygulanan zülüm ve yok edilme çabalarının Avrupa’daki “Türk iktidarının” sona ermesiyle eşzamanlı olarak gerçekleştiği görülmektedir. Ve bu yapılanlarla uyumlu olan her adım bir kurtuluş faaliyeti olarak nitelendirilmiştir. Böylelikle, 1820 ile 1920 yılları arasında 5 milyon Balkan Müslümanının öldürülmesi ve bir o kadarının da işkencelere maruz kalması, başlıca kurtuluş hareketlerinin fıtratının temel unsuru olarak yansıtılmış, bu doğrultuda mağdurlar şeytanlaştırılmış, katiller ise kutsallaştırılmıştır. (Benzer katliamlar ve yaşananların benzer şekilde yansıtılması çabaları neredeyse geçen tüm asır boyunca devam etmiştir.) Öldürülenlerin büyük bir kısmı insan onuruna yakışır şekilde defnedilmemiştir bile. Müslümanların atalarının kabirleri sahipsiz kalmıştır, öyle ki pek kısa bir sürede harabelere ve her türlü insani umursamazlığa maruz kalan yerlere dönüşmüştürler. Böylece bu kabirler, sahiplerine ilişkin katillerin vahşi emellerine ulaşmaları doğrultusunda biçtikleri rolün tasvirlerini yansıtmaktaydılar, yani hiçbirşeyleştirilmiştiler. “Sanki Türk kabristanından geçiyorsun”, yani sanki hiçin yanından geçiyorsun deyimi de buradan doğmaktadır.
Evet, kabirler... Ancak, biraz hafızamızı zorlayıp Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından ki dönemde nelerin olup bittiğini hatırlamamız pek faydalı olacaktır. Bitmeyen savaşlar, işkenceler, yıkımlar, yeni devletlerin kurulması, yağmalamalar ve farklı korkular; bir devletten birçok devlet oluştu, birçok devletten bir devlet kuruldu; ve Balkanlarda ki bu süreç halen bitmedi. Bu yaşananlar bahsekonu ihanetin bir bedeli olabilir mi? Balkan topraklarından müelliflerin pek çok yazısı halen yeni savaşlar ve etnik temizlik çağrıları yapmaktan geri adım atmamaktadır. Örneğin, terörle mücadele tüm insanlığa karşı en tehlikeli ve katı boyutlara ulaşmıştır, çünkü burada kınanmakta olan hata veya suç değil, insanlıktır. Suçsuz olan, suçluymuşçasına korku için yürümektedir, diğer taraftan ise bu metod terörün imkân ve şartları için zemin hazırlamaktadır. Herkes potansiyel “teröristtir” (Murakami), hele ki ancak bunu kanıtlayan deli bir bilim çağında. Bizlerin tüm bu yaşananların tehlikeli bir küresel oyun olduğunu ve bunun yegâne amacının da adaletsizlikle ve yalanla yaşamaya alışmamız amacıyla kurgulandığını bildiğimize eminim. Bu savaş bizi gerçekten delirtmektedir.
“Bu konuda ne denli başarılı olduklarının kanıtı, eski matrise göre yavaş yavaş yeni savaşın başlatıldığı gerçeğidir. Düğümlerin çözülmesiyle yenisi oluşturulur. Peki neden? Tarihçiler yumakla ne yapacaklarını bilmediklerinden, onu çözmeleri şaşılası bir durum olacaktı” bölümü beni son derece etkiledi. Bunun akabinde aklıma şu soru gelmektedir: başımıza gelen bunca musibetin müsebbibi olan bu büyük “günah” hangisidir, bu dehşet, bu “korku” (bu sözler Arnavut şairlere aittir) hangisidir? Acaba her iki dinin kınadığı bir kategorinin mensubu, doğrusu Müslümanlar için “mürted”, Hristiyanlar içinse “renegador” (dönek) olan İskender Bey’in sendomu olabilir mi? Bu sendrom günümüz Arnavut siyasi temsilcilerinin düşüncelerinde ve siyasi söylevde de kendisine yer etmeye devam etmektedir. Onlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun (oku: İslâm’ın) bunun suçlusu olduğuna dair iddialarına devam etmektedirler, öyle ki bu durum “ismim öyle olsa da ben Müslüman değilim” ve “din beni ilgilendirmiyor” gibi ifadelerden başlayıp dünyada eşine az rastlanan “devlet ateizmi” fenomenine dek uzanmaktadır.
Bu yazıyla geçmişin geri gelmesine atıfta bulunduğumu düşünüyorsanız, bu sizin bahsekonu sendrom ve sağduyu eksikliği hastalığına kapıldığınızın işaretidir. Ben sadece geçmişimizi daha iyi ve daha somut şekilde araştırmamızı arzulamaktayım, böylelikle nereye doğru yol aldığımızı göreceğiz. Biz kendi gerçeğimizi unutamayız, bunu çevrenin/etrafın bana dayattığı mecburiyete maruz kalmışlığımla, doğrusu “tehlike altındayım” korkusuyla ifade etmekteyim ve özünde devlet ve sınırların şahsım adına hiçbir önemi olmamasına rağmen, istikrarlı bir devlet yapısına ihtiyaç duyduğumuz kanısındayım. Ayrıca, dünya çapında pek çok düşünürün, Batı’nın yıkılması (Spengler); tarihin sonu (Fukuyama); insanın ölümü (Guenon) ve küreselleşmenin barbarlıka eşdeğer olduğu (İvan Supek) konusunda tefekkür edip düşüncelerini kaleme almalarından dolayı mutluyum.
Şimdi başlığımızın diğer kısmına, doğrusu 1924 yılına dönelim. O tarihte, Müslümanların manevi kurumu olarak hilafet “Müslümanların” kendileri tarafından ortadan kaldırıldı, doğrusu ruhun mevcudiyetini susturma çabasıyla susturuldu. Peki ruh olmadan yaşamın mevcudiyeti mümkün müdür? Kesinlikle hayır. Aynısı Müslüman hilafeti için de geçerlidir. Bu ortadan kaldırılmayla ilgili planlı bir susmanın mevzu bahis olduğu yadsınamaz bir gerçektir, halbuki Yaradan Kur’an –ı Kerim’inde bildirdiğim Hak’ka sadık kalmazsanız, bilin ki onu Ben muhafaza ederim buyurmaktadır. Öyleyse hilafeti muhafızımız olarak addedelim, zira gerek bağlamsal gerekse kısmi şekilde manevi hilafetimizin yinelenmesinin zamanı gelmiştir. Bunu, halen büyümemiş ve halen bu bağlamda ayakları yere basamayan “Müslüman” fotoğrafımızı görerek dile getirmekteyim.
Peki bu denli ehemmiyet arz eden bir konu hakkında “onların”, ve hatta bizim (hâşa) o hilafetin kaldırılmasına ilişkin istikameti takip etmeye başladığımız bu zamane halimize ne yapacağız? Ve nihayetinde ne oldu: şeytani bir “hilafet kuruldu”, korkunç bir “hilafet” ortaya çıktı ve aynısı Rabb’in vahyine, Hak’ka dayanmadığı gibi müminlerin ruhlarına da muhalif vaziyettedir. Günümüzde İslâm’la ve Müslümanlarla en ufak ilgisi olmayan, küresel barbarlığın ürünü olan bir “hilafetle” karşı karşıyayız. Peki neden? Neden dünyamız Hakikat’ten bu denli korkmaktadır; neden kendisine şu felsefi soruyu sormamakta ısrar etmektedir: nereye doğru gidiyorum ve ne yapmalıyım; nasıl yaşıyorum ve ne şekilde ölmeliyim?
Din insani bir ürün değildir, insani zekânın sonucu ortaya çıkmamıştır, din Kutsal bir kılavuz, bir rahmettir ve bizler artık onsuz yaşayamayacağımızı anlamalıyız. Bunun için ne saf ne de fakir bir felsefeye lüzum yoktur, ne deruni ne de sığ bir ilahiyata ihtiyaç yoktur. Din, yeryüzünde güvenliği sağlayan ve muhafaza eden unsurdur...
Günlük vaazlarımızda sıklıkla şu ifadeyi duymaktayız: bunlar bir yerlerden planlanmıştır, ancak nerde planlandığını bilmiyoruz, zira Müslümanlara yönelik bu denli bir nefret dayanılamaz haldedir. Hiçbirşeyin tesadüf olmadığı gerçektir, Müslümanlara yönelik duyulan bu nefret de tesadüf değildir, ancak acı olanı şudur ki, böyle bir şeyi planla(ya)yanlar imkânsızı mümkün kılma niyetindeler. İslâm’a karşı savaş açmak imkânsız ve tehlikelidir. Müslümanlara karşı savaşmak adaletsizlik ve büyük günahtır; şöyle düşünelim: İslâm olmasaydı ilahi dinlerin hali nice olurdu? Size söyliyeyim: onlar da olmazdı. O halde, dinin kendisine karşı savaşmak nasıl mümkün olabilir? Dahası, Müslümansız yeryüzünün hali nice olurdu? Hristiyansız ve Yahudisiz bir yeryüzü nasıl olurdu? Böyle bir dünyanın imkânsız olduğunu anlamamızın zamanı gelmiştir. Neden ve ne şekilde imkânsızı mümkün kılmayı çalışıyorsunuz? Biyolojik açıdan bu denli bir faaliyetin doğanın ölümüne sebebiyet verdiği kanıtlanmıştır; günümüzde pek çok bitki ve hayvanın türü imkânsızı mümkün kılma gayretlerimizden dolayı tükenmiştir. Acaba bu imkânsızlık insan ırkı açısından aynı sonucu doğuracak mıdır? Zira günümüzde artık insan aklının çıldırışının nişaneleri gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. İnsan kendi nesli için, kendisi için tehlike arz etmeye başlamıştır; bu “insan” türünü kim yetiştiriyor?
Günümüz dünya görüşü açısından bakıldığında ve buna her geçen gün etkisini arttıran Üçüncü Cihan Harbi’nin arefesinde olduğumuza dair önsezimizi ve bilincimizi de eklediğimizde, aritmetik ancak zaruri bir hatayla karşı karşıya kalmaktayız. Bahsekonu husus, 1914 yılında cereyan eden Büyük Cihan Harbi’nin aslında hiçbir zaman bitmediği ve bir asrın sonuna, Milâdi tarihin ikinci binyılının sonu ve üçüncü binyılının başına, Avrupa medeniyetinin üçüncü Batılı devresine, doğrusu zirve noktasına doğru ilerlediğine dair kocaman gerçeği sarfınazar etmemizdir.
Bu savaşı “İtilafçı” güçler tarafından “yeni dünya düzenini” dayatma ve insanoğlunu iktisadi hayvan kuşağının esaretine indirgenmesi amacıyla yürütmektedirler. Rus ve Alman okullarının “Avrasya” jeopolitik düşünce dünyası sözlüğünde “İtilafçılık”, Batı medeniyetinin sözde emperyalist güçlerinin fıtratını açıklama doğrultusunda kullanılan bir terimdir, çünkü birincil olarak onların askeri güçlerini, doğrusu uluslararası sermayenin mamonik (parasal) esaslarının gücünü yansıtmaktadır. “Birinci Cihan Harbi” vasıtasıyla Batılı Hristiyan imparatorluklarının oluşturduğu organomun yıkılmasının ardından, varsılerkçi aristokrasi eksenini Atlas Okyanusu’nun ötesine taşıdı ve dünyayı istila etme doğrultusunda pek geniş bir anakarasal alanı ve pek büyük bir askeri – siyasi gücü kapsadı.
“İtilafçı” güçlerin istilacı kampanyalarının ana hedefi, dünyanın aklı ile kalbinin dayandığı ve meta coğrafi sembolizmin ışığında gözlemlenen Avrasya kıtasıdır. Buna rağmen, çatışmanın sınırı olarak belirlenen anakarasal sınırlar ancak teorik ve ideolojik oryantasyon olarak değerlendirilebilir, çünkü bu arenanın gerçek yüzü aslında dolaylı olarak anakaralar ve devletlerin, halklar ve grupların içlerinden geçmektedir.
Şimdiye dek birçok kez “tarih sonrası” dönemde yaşadığımız ifade edilmiştir. Gerçekten de bu, olumlu ve olumsuz yönleri bakımından farklı şekilde hissedilmekte ve belirtilmektedir. “Tarih sonrası” dönemimize ilişkin münazaramızdaki yeni ve şaşırtıcı, ve hatta dehşet verici olan husus sadece dünyadan kovulduğumuz gerçeği, doğrusu insancıl bir bakış açısıyla değerlendirebilmemizden, yani insani tecrübemiz, düşüncemiz ve düşlemimizden, bize yakın ve tanıdık olan duygusal yaklaşımımızdan yola çıkarak değerlendirmeler yapabilmemizden kovulduğumuz gerçeği değildir. İnsanlar aynı zamanda neyin iyi neyin kötü; neyin gerçek neyin yalan; neyin özgürlük neyin kısıtlama ve ya yükümlülük; neyin suç olduğu ve kimin tarafından işlendiği; neyin genel olduğu neyin genelin varsamı ya da maskesi olduğu konusunda birbirlerini yemekteler. Bu tartışmalar gerçekten de tüm alanları kapsamıştır: devleti, toplumu, politikayı, bilimi, tekniği; her ulaşılanı ve ulaşılması ihtimal dahilinde olanı, iktidarın gücünü tadanı ve onu gizlice veya açıkça arzulayanı.
Bu esnada insanın kaderine, yani doğa ve insan biliminin temellerini oluşturan dehşet verici hâkimiyet fikrine, Heideggerian anlayışında yeniden metafiziğin çözünmesini yansıtan evrensel teknolojiye, kaderin gizlendiğine dair iç karartıcı görüşün kabulune ve yaşam ile anlamanın labirentinde olduğumuz gerçeğine ilişkin çağdaş tartışmaların tarihi kadroları sıklıkla unutulmaktadır. Aslında bu, bizlerin ancak gerçeğin izleri olduğumuza ve gerçeğin ele geçmez ile ulaşılmaz olduğuna dair görüşün kabuludur, zira uyanış ve düşünme anlarında düşünce sisteminin ya da bir diğer deyişle mutlakçılığın eskimiş olduğunu, onun herşeyi yaraladığını, tesadüfi veya bireysel her unsuru uzaklaştırdığı, onun zaferinin her daim aldatıcı olduğunu, dahası kişisel yıkımın ta kendisi olduğunu, yani doğanın ve insanın ölümünü teşkil ettiğini gördük. Kendi temellerini gizleyen, farklı görünümdeki sızmalara müsade eden ve bünyesinde şu veya bu anavatanlarından kovulan evsizlerden çok evsiz olanların tutarsızlıklarını barındıran bir krizde, hakkı gasp edilen her şey kendi gerçeğini ve kendi tarihi dönemini talep etmektedir. Lâkin, bunun aynısı şimdiye dek de talep edilmiş ve bu talebin zirvesinde intikam arayışı olmuştur, şimdilerde ise bu doğrultuda gerekli olan araç ve teknolojilere de ulaşmıştır. Ezilmiş olan herşey tarihi bağlamda haklı olmuştur. Ancak kendisini metafiziğin nihai anlamı açısından değerlendirmemiştir. Kendisini “Metafizik tarihinin ve metafiziğin kaderinin en üst varlığının mevcudiyeti sonrası” (M. Heidegger) anlamından değerlendirmemiştir. Bu durum bana Heidegger’in ölmeden önce “Der Spiegel” gazetesine verdiği mülakatı hatırlatmaktadır. Heidegger, kurtuluşu nerede görüyorsunuz sorusuna şu cevabı vermişti: Ancak tek olan Tanrı bizi kurtarabilir.