Bu kızlar yufka açamıyor, turşu kuramıyor, annelerinin kurduğu güzel sofraları hazırlamayı da beceremiyorlar… Başörtülü kızlarla ilgili alıp başını giden eleştiriler bunlar ki çoğu kez yandaşları erkeklerden (ağabeylerinden) geliyor. Başörtülü kızların kamusal alana ilişkin talepleri de bu tür kusurları sayılarak hatalı, yersiz, problemli bulunuyor. Sanırsınız erkek çocuklarımızı mükemmel yetiştirirken başı örtülü kızlarımızın terbiyesinde yetersiz kalıyoruz.
Gelgelelim kuşakların bir döngüsü var. Sorumluluk alan bir kuşağı, himaye görmeye yatkın bir kuşak izliyor. Alev Alatlı bir söyleşisinde dile getiriyordu, yeni kuşaklardaki maharet yoksunluğunu. Eline fırça alıp da odasının duvarlarını boyayabilir mi evin delikanlı oğlu? Tamir yapamaz, tornavida tutamaz. Gençlerimizin el becerilerini yitirmelerinin başlıca sebebi çekirdek ailenin kalın muhafazaları. Tarımsal nüfusun ağırlıklı olduğu dönemlerde çok çocuk daha fazla bilek gücü, ekime biçime, koyuna kuzuya akıtılacak daha fazla ter anlamına gelirmiş. Şimdi kıymetli çocuk alabildiğine korunuyor yorgunluğa, tere, özverili yardımlara karşı. Yamak veya çırak çocuk ise teoride tarihe karıştı. (Çocukların çırak olarak çalıştırılmalarına karşı söylemlerin zaman içinde gücünü yitireceğini, «çırak çocuk» olgusuna farklı formatlarla geri döneceğimizi sanıyorum, yakın gelecekte.)
Öte taraftan kimi aile mirası alışkanlıklar, kabuller o kadar da kolay yok olmuyor. Bunun sebeplerinden biri, insanın kültürel süreçlerden süzülen iyiliklere, güzelliklere uzun zaman kayıtsız kalamayacağı gerçeğidir. Ayrıca çekirdek aile yapısı şartlarını bastırsa bile Türkiye insanı, bütün olarak da aile değerlerine sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam eden toplumlar mimari ve şehircilik şartlarının dayattığı sınırları zorlayarak geniş aileyi farklı mekanlarda gerçekleştirmeye devam ediyor, birbirine yakın evlerde.
Bütün iyiliği ve güzelliği geçmiş zamanın sayfalarında arayan muhafazakâr yazar belki tanımaktan uzak duruyor, ama gerçekten de reçel yapmaya devam eden kadınlar, yaprak sarması yapmaya meraklı genç kızlar var.
Reçel, murabba, turşu, marmelat, tarhana yapan kızlar bazen bir Aida Begiç (Kar ; Bosna), bazen de bir Ali Refei (Balıklar Aşık Olurlar; İran) filmiyle çıkıyorlar karşımıza. Hayal ürünü değiller, sunuldukları sahneler ne kadar olağanüstü gelse de. Reçel kazanları kaynıyor, türlü türlü salata tabağı bir Jan Van Huysum tablosunun (ve pek çok Hollandalı ressamın eserlerinin) renklerini, desenlerini çağrıştıran renkleri desenleriyle tezgâhlara diziliyor.
Bizim kuşak bir ara dönemin ardından katkısız üretimin değerine inandığı için de mutfakta mesai harcamayı gerektiren tariflere geri dönen bir kuşak. Ama ben daha gençler arasında da benzeri bir ilgiyi gözlemliyorum. Bardağın dolu veya boş kısmını görmeniz, bakma sebebinize veya zihninizdeki soruyu ortaya koyma niyetinize bağlı olarak değişiyor işte !
Geçen yaz Ramazan’dan önceki günlerde Bosna’dan gelen üç öğrenciyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin Sultanahmet’teki merkezi olan Kızlarağası Mehmet Ağa Medresesi’nde buluşmuştuk. Elif Banu Samsun İlahiyat’ta 3. Sınıf öğrencisi; karşılıklı öğrenci kabulünü mümkün kılan Erasmus Programıyla Danimarka’da teoloji üzerine tahsilini sürdürmeye hazırlanıyor. Münevver Pliska Bosna Üniversitesi Müzikoloji son sınıf öğrencisi. 7 yaşından bu yana keman çalıyor, bundan böyle ise çello öğrenmeye yoğunlaşacak. Münevver başını sonradan örtmüş bir genç kız. Yüzünde, bakışlarında tanıdığım Bosnalıların çoğunda gördüğüm kötülüğü tanımamış insanların apansızın büyük kötülüklere tanıklığının getirdiği, kıyısız bir olgunlaşmaya açık bir tür hayret ifadesinin izlerini taşıyor.
Sıcak hava yüksek nem oranı nedeniyle bir hayli bunaltıcı. Hepimiz bir şeyler ısmarlıyoruz, Yazarlar Birliği’nin konuklarına her zaman hoş bir kabul gösteren İsmet Amca’sına. Riza çayı, sallama çay, bitkisel çaylar, soğuk içecekler… Elif Banu bir şey içmek istemiyor. O yanında her zaman kendi hazırladığı kırmızı erik suyunu taşıyor. Erik suyundan bize de ikrâm ediyor üstelik. Ülke ülke dolaşanlara özgü ihtiyatlı, tedbirli bir çantası var Elif Banu’nun; çantasını benim için masanın üzerine boşalttı da saymakla bitiremedim içindekileri.
Buluşmayı tertipleyen Elif Yardımcı’nın felsefeye çok yatkın bir kafası var. Onunla yazışmaya, Taraf’ta yayınlanan «Öteki’nin eşiğinden geçmek», başlıklı yazıma gönderdiği eleşitirel bir yorumun ardından başlamıştık. Aylar sonra da bu Sultanahmet buluşması gerçekleşti.
Yakın tarihlerde bir akademisyen şöyle bir sormuştu bana: Bugün neden kendini üniversite kapılarına zincirleyen türbanlı kadınlar görmüyoruz? Farklı kesimlerin onlar üzerinden oynadıkları oyun mu bugün hareketi kilitlenme noktasına getirdi? Esas olarak İslami kadın hareketinin kırılma noktası 28 Şubat mıdır?
Cevap olarak şunları söyledim aşağı yukarı: Bir hareketin her dönemde aynı özellikleri göstermesi, aynı göstergelerle ifadesini bulması gerekmiyor. İşte, Kızlarağası Mehmet Ağa Medresesi’nin açık havadaki bir köşesinde gösterişçi tüketime değil, üretime açık başörtülü öğrencileri hayranlıkla dinliyorum. Mütevazı, ölçülü ve amaçlı üç genç kız var karşımda.
Elif Yardımcı ney üfleyen, kung fu çalışmış İstanbullu bir genç kız. Uluslararası Saray Bosna Üniversitesi’nde bilgisayar bilimleri ve mühendisliği alanında tahsil görüyorsa, bunun da nedeni, malûm; başörtüsü.
Fakat tahsilini sürdürmek için sınırları aşmayı göze almış. Ailesi de destek vermiş yollara düşmesine. Bir tür erkek fatma gibi yetişmiş Elif, abisiyle büyüdüğü için. Ama şimdi kendi öğrenci evini idare ediyor. Bu hayatın kendisini olgunlaştırdığını, sorumluluk üstlenmeyi öğrettiğini düşünüyor. Öte taraftan tahsil görmeyi belli kalıpları olan bir çalışma hayatına avantajlı bir şekilde yerleşmede bir vasıta olarak görmüyor kesinlikle. «Tahsil ille de mevcut çalışma/ iş sistemine katılmak için yapılmaz kanımca. Mevcut çalışma ortamları bana hitap etmiyor. Tahsil ille de meslek edinmek için yapılır düşüncesine karşıyım, üniversite tecrübesi bir kadına çok kapsamlı bir tecrübe kazandırır» diye ifade ediyor düşüncelerini. Bu görüşlerinin kadınların çalışma hayatına atılmasına karşı olduğu şeklinde anlaşılmasını da istemiyor. Sadece çalışma hayatını tahsilin süreğinde kaçınılmaz kalıplar halinde dayatan yaklaşımlara karşı mesafeli. Kendisinde iz bırakan Mısırlı bir sanatçıya ait bir karikatürden söz ediyor: Bir anne para kazanıyor ve tamamını çocuğunun kreşine yatırıyor. O da işte bu oluşumu tabiileştiren zihin yapısına itiraz ediyor.
«Mataramda tuzlu su» diye yazıyor İsmet Özel en sevdiğim şiirinde, uzun yola çıkmaya hüküm giyen kişinin azmini ve kanatkârlığını anlatırken. Ben de matarasında kendi elleriyle yaptığı şuruplarla yollara düşen kızları tanıdım. Buradalar, aramızda, plastik ve klişe ifadelerden, taklitten ve hazıra konmaktan nefret eden varlıkları, ufuklarıyla. Yollara çıkıyor, aylar sonra dönüyorlar. İlim peşinde, aynı zamanda ev üretimine de değer veren kızlar muhafazakâr yazarların nostaljik cümlelerinden yağan geçmiş zaman sahnelerine sıkışmış hayal kadınları değiller.