İrlanda'da mali antlaşmanın onaylanması hakkındaki tartışmalar şimdi son safhasında. Antlaşmanın ekonomik ve teknokrat muhtevası göz önüne alındığında, bu tarihe kadar tartışmamaların çoğunun iktisadi maliyet ve Evet ya da Hayır oyunun İrlanda'ya faydaları üzerine odaklanması şaşırtıcı değil.
Avro bölgesinde ekonomi yönetimindeki önemli değişiklikler, siyasette de çok mühim meydan okumalar ortaya koyuyor.
Avrupa'daki kriz, iktisadi olduğu kadar siyasidir de. Yunan siyasi sisteminde görülen mevcut felç durumu da açık bir şekilde buna işaret ediyor. AB politikası, tasarruf tedbirleri tarafından ortaya konan siyasi problemlerin tartışılmasını etkin bir şekilde engelleyerek bu krizin oluşmasına yardım etti.
Bütçe politikası Avrupa'da geleneksel demokratik siyasetin merkezindedir ama avro bölgesinin yönetimi, demokratik kurumlar üzerinden değil, merkezi ve depolitize olmuş teknokrat iradeler yoluyla giderek daha fazla etkileniyor. Avrupa'daki kriz derinleştikçe “istikrar” konuşmaları, meşruiyete olan ihtiyaca galip geldi.
Ünlü siyaset bilimci Ivan Krastev, milli hükümetlerin siyaset yaptıkları ama artık siyaseti kontrol edemedikleri bir noktaya vardığımızı savunuyor. Buna bütçe politikası da dahil.
Bu bölünmenin diğer tarafında, kararların giderek Avrupa halkının doğrudan seçilmiş temsilcileri yerine teknokrat yöneticiler tarafından alınmaya başlamasından bu yana Avrupa Birliği siyaset bilimine değil sadece siyasete sahiptir. Avro bölgesi krizi bu yüzden mevcut problemi -hem Avrupa vatandaşlığı hem de Avrupa düzeyinde şeffaf siyasi süreç eksikliğini- daha da büyüttü.
2011'de yeni bir hükümet seçiminde İrlandalı seçmenler onları yöneten siyasi partileri değiştirdiler. Ama hükümetin Berlin ve Frankfurt'ta karar verilen mali yaklaşımın temellerini değiştirmeye gücünün olmadığı ispatlandı. Eamon Gilmore, seçim kampanyası sırasında, "Frankfurt'un değil, İşçi Parti'nin yolunun” olacağını duyurdu. Şimdi biz bunun tam tersinin vuku bulduğunu biliyoruz.
Yunan seçmenler tasarruf tedbirleriyle ilintilenen partileri fırlatıp attılar. Ama tüm bunların yaptığı, Yunan siyasetinin felç olması, yeni bir seçime yol açılması oldu: AB halen Yunanistan'da mali harcamaların kısılması talebinde ısrar etmeye devam ediyor.
Mali antlaşmanın mevcut AB yönetim yapısında son derece önemli bir kırılmayı yansıttığına parmak basmak önemlidir. Özellikle Şansölye Merkel, geleneksel "topluluk yönteminden" "birlik yöntemine" geçişten yana oldu. "Topluluk yöntemi," kanunların (üye devletlerin hükümetlerini temsil eden) Bakanlar Konseyi ile (vatandaşları temsil eden) Avrupa Parlamentosu tarafından birlikte çıkarıldığı bir AB alanıdır.
Bu kanunlar, Avrupa Komisyonu'ndan gelen tekliflerin temelinde çıkarılır. Komisyon, antlaşmalara istinaden Avrupa çıkarları doğrultusunda çalışmakla yükümlüdür. Kanunların yürürlüğe konması ve kanunlara uyulması hem komisyonun hem de Avrupa Adalet Divanı'nın uhdesindedir. Milli kamu idarecileri de uzlaşma arayışı için çaba sarfeden sistemde önemli rol oynarlar.
Ama bu "topluluk yöntemi" (40 senelik üyelik sırasında İrlanda'nın çıkarlarına çok hizmet etti) şimdi yerini karar vermede "birlik yöntemine" bıraktı. Fransa ve Almanya, Şansölye Merkel ve zamanın Fransa Cumhurbaşkkanı Sarkozy, daha çok De Gaulle, daha az Monnet olmak isterken AB yönetimine olan yaklaşımlarını etkin bir şekilde yeniden şekillendirdi.
Avrupa Komisyonu'nun pozisyonunun aşikar zayıflaması, İrlanda ve diğer küçük devletler için endişe kaynağıdır. Zira komisyon hep topluluk yönteminin birliğini savunmak ve küçük devletlerin haklarının korunmasını sağlamak için faaliyet göstermiştir.
AB düzeyinden yeniden milli düzeye dönersek, antlaşmayla irtibatlı tasarruf tedbirleri AB mali kurallarını uygulamakla suçlanan merkez ya da uzlaşıcı partilere karşı aşırı sağ milliyetçi alternatiflerin ilerlemesini teşvik ederken demokratik sürecin de farklı yollarla tehdit altında olduğu açıktır.
Hollanda'da koalisyon hükümetinin geçenlerde çökmesi, antlaşmanın benimsenmesinin avro bölgesinin üye ülkelerde siyaset için neye delalet ettiğine dair korkutucu bir örnek teşkil eder. Hollanda hükümeti, AB kuralları gereği bütçe açığının yüzde 4,3'ten yüzde 3'e nasıl düşürüleceği hususunda koalisyon ortakları arasındaki anlaşmazlıktan dolayı çöktü.
Aşırı sağ Özgürlük Partisi'nden Geert Wilders, zeki bir şekilde kendisini ECB ve Hollanda halkı için "imkansız" taleplerde bulunan AB yetkililerine karşı Hollanda insanının çıkarlarının savunucusu olarak konumlandırdı. Wilders bu yüzden halkta AB'ye (ve bunların Hollanda'da "yalvaran" ana akım siyasi partilerine) karşı mevcut öfke halinden en çok istifade edecek pozisyonda bulunuyor.
Benzer şekilde Yunanistan'da son parlamento seçiminde göç karşıtı yeni faşist Altın Şafak partisinin 21 sandalye kazandığı görüldü. Merkezdeki iki parti, Yeni Demokrasi partisi ve Pasok, halk desteğinde beklenmedik bir azalma gördü. Şimdi Yunanistan 1930'ların başlarında Weimar Cumhuriyeti'ndeki durumdan pek de farklı bir durumda değil: Siyasi sistem o kadar bölük pörçüktür ve kutuplaşmıştır ki karar verme imkansız hale gelmiştir.
Aşırı sağa verilen oylardaki muazzam artış, büyük ölçüde milli ve AB düzlemindeki bu kopuş duygusuna ve milli düzeyde siyasi temsilcilerin, AB düzeyinde dar teknokratlar tabakasının hakimiyetindeki karar alma sistemi karşısında güçsüz oldukları duygusuna dayalıdır.
Yunanistan'daki problemi AB meydana getirmedi ama onun borç krizine olan yaklaşımı her şeyi olabileceğinden çok daha kötü hale getirdi. Buradaki örnek, mali antlaşma avro bölgesi boyunca tatbik edilince diğer kararlarda da tekrarlanacak: AB mali kurallarındaki katılık, üye ülkelerin iç politikalarında muazzam tartışmaları tetikler, bunun sonucu olarak da aşırı sağ partiler seçmenden önemli destek kazanır.
Her nerede hükümetler açık ve borç seviyeleri hususunda kuralları çiğnediği için maddi olarak cezalandırılırsa AB'ye karşı milli tepki doğması o kadar kuvvetli bir ihtimal olur. Wilders gibi AB'nin, milletlerin demokratik hayatında hoş görülemez bir mevcudiyet teşkil ettiğini iddia edecek olan aşırı sağ partiler, yaklaşımlarını AB'ye muhalefet etrafında bir siyaset için yapılandırmak üzere her türlü güdüye sahip olacaklar. Bu yüzden antlaşma AB siyasetini karakterize eden demokratik açığı genişletme tehlikesi barındırıyor. Hatta antlaşma, bazı üye ülkeleri tamamiyle aşırı sağ hükümetlerin eline itebilir.
Antlaşma ekonomi ve bütçe alanına Avrupa'nın entegrasyonunda, milli ya da AB demokratik kurumları yoluyla meşrulaşmaya yönelik adımlar atılmaksızın önemli bir derinleşme teşkil eder. Antlaşma imzalandığı zaman ne İrlanda Parlamentosu ne de Avrupa Parlamentosu’nun, karar alma ya da katılımcı ülkelerin açık ve borç seviyelerinin dikkatli bir şekilde gözden geçirilmesinde bir yeri olacaktır.
Bu durum bizim önemli bir soruyu dikkatli bir şekilde incelememize yol açmalıdır: Piyasaları teskin etmek için tasarlanan bürokratik gözetim rejiminde demokrasi için bir yer var mıdır?
Kaynak: The Irish Times
Dünya Bülteni için çeviren: Emin Arvas