Halen teorik ve pratik açıdan önemli ölçüde sahip olduğu prestiji koruyan ekonomik bakış, araştırmacıların derin toplumsal değişimleri açıklamak için başvurduğu temel açıklama biçimlerinden bir tanesidir. Devrim, bir mobilizasyon ve radikal bir toplumsal değişim hareketi olarak genelde kendisini tetiklediği, gelişimine hükmettiği ve sonuçlarını oluşturduğu ekonomik köklere sahiptir.
Geleneksel olarak devrimler ve sosyal değişimlere yönelik ekonomik yorumlar temelde iki ana başlık altında toplanabilir. Birincisi kapitalist sömürünün gelişmesinin, sınıf çatışmasını tetiklediğini düşünen Marksist yaklaşım. Değişim burada proleterya ile sömüren sınıf arasındaki sınıf çatışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yoruma göre ekonomik amiller ya doğrudan ya da sınıf bilincine etkisi ve sömürülme hissi üzerinden, ya da toplumsal ve devrimci mobilizasyona bir ön hazırlık ya da değişimin itici gücü olan ekonomik adaletsizlik üzerinden dolaylı olarak etki etmektedir. Buna karşın, liberal teoriler devrimi, kapitalizmin başlattığı ve toplumları, eğitim seviyelerini, refahını ve medeniyet bilincini yükselterek gelenekten moderne evrilmesini sağlayan modernleştirici güçlerin yükselişi ve birikiminin "olumlu sonucu" olması yönüyle açıklamaya çalışmaktadır. Bu ekol, teorik kanıtlarını birçok devrimin büyük ölçüde orta sınıflar tarafından yönetildiği tespitine dayandırmaktadır.
Her iki açıklama biçimi de ideolojik yaklaşımı içermektedir. Hâlbuki yaşanan gerçeklik, ekonomik ve toplumsal faktörlerin devrimci eylemin önünü açma noktasındaki rolüyle ilgili her iki yaklaşım biçiminin bir bileşkesinin doğru olduğunu bizlere gösterir. Bu ikisinin arasını bulan şey, devrimci eylemin, mantıki hesaplar sonucunda mevcut siyasi yapının devam etmemesi gerektiğine karar veren toplumsal bir iradeyi ya da olgun bir seçimi yansıtan bilinçli ve iradeli bir eylem olduğudur. Bu hesaplar büyük ölçüde ekonomik alanla ilgili olan ya da bireyin kendisi ve toplumu hakkındaki kavrayışını yansıtmaktadır. Bazı teoriler, külli açıklama biçimlerinden uzak bir şekilde ekonomik faktörlerin bizatihi kendisinin devrimin yönüne ve demokratik dönüşüme etkisini ele alır.
Bu bağlamda, Barrington Moore'un diktatörlüğün ve demokrasinin toplumsal kökenlerine ilişkin yaptığı araştırması (Social Origins of Dictatorship and Democracy) öncü sayılmaktadır. Kitabın devrimlere ilişkin açıklayıcı tezleri içerisindeki en önemlisi, devrimlerin ekonomik temeller üzerinde yükseldiği tezidir. Moore'un araştırması 19. yy.'da Avrupa'da ve Japonya'daki devrimler ve siyasi dönüşüm hakkında, Avrupa, Japonya ve Amerika'daki örneklerden yola çıkarak modernleşme süreciyle ilgili çok daha karmaşık bir bakış açısı ortaya koymaktadır. Bu devrimci örnek, her biri farklı siyasi sonuçlara varan burjuvazi devrimi, yukardan devrim, köylülerin devrimi gibi isimlerle anılır. Devrimlerin gerçekleşmesi ve bunların gelecekte oluşturacağı etkileri, üç farklı devrim tarzına uygun olarak belirleyen bazı kriterler vardır. Bu kriterlerin en önemlileri, sınıfların bileşimi ve kurduğu ittifaklar ile belirli bir tarihsel andaki siyasi tercihleridir.
Her ne kadar devrimleri bütünüyle ekonomik amillere indirgemese de ekonomik faktörleri hesaba katarak devrimleri açıklayan en önemli tezlerden biri Theda Skocpol'un ülkeler ve sosyal devrimlere ilişkin yaptığı çalışmasıdır (States and social Revolutions). Skockpol, Çin, Rusya, Fransa'daki devrimleri ele alan çalışmasında, krizin daha da kötüye gitmesi durumunda sosyal devrimlere yol açabilecek bileşik yapılar içerisindeki ekonomik amilleri ele alıyor. Skocpol'a göre, ekonomik ve sosyal devrim ihtimali "ülke krize girdiğinde" artış gösterir. Ancak rejimin doğası, krizi yok etme ve onunla ilişkiye geçme biçimi, krizin devrime dönüşüp dönüşmeyeceğini belirler. Hagard ve Koffmann, "ekonomik kriz" ve bu krizin diktatör rejimlere karşı öfkeyi tetikleyen rolü üzerinde durmaktadır. Ekonomik krizlerin neden olduğu sosyal öfke, ortalayıcı değişken ya da krizlerle demokratik dönüşüm arasındaki bağlantı noktasıdır.
Bazı çalışmalar ise ekonomik amillerle bunun siyasi yansımaları arasındaki orta değişken olarak psikolojik faktör üzerinde durmaktadır. Bu çerçevede Ted Robert Gurr'un çalışması, insanların neden isyan ettiklerini inceler (Why Men Rebel). Eser, altmışlı yıllarda öğrenci hareketlerindeki ekonomik yoksunluğun psikolojik boyutlarını, bunun devrimi, isyanı ya da şiddeti harekete geçirme noktasındaki rolünü ele alır. Burada üzerinde durduğu kavram göreli yoksunluktur. Bu açıklamaya göre nisbi/göreli yoksunluk (Relative Deprivation), insan ya da bir grup insan topluluğuyla refah, güvenlik ve kendini gerçekleştirme arasındaki çelişkiden kaynaklanan dinamik toplumsal ve psikolojik durumu ifade eder, bizzat ekonomik durumlarını değil. Bu yaklaşıma göre, yoksunluğu kavramanın neden olduğu hayal kırıklığı, toplumsal isyanın başat faktörüdür. Fiyasko hissi ne kadar derin olursa, şiddet odaklı davranış ihtimali o kadar artar.
Ekonomik amilin kesinliği teorisi, devrimci değişimi tetiklenmede belirgin bir etkiye sahip olabilecek başka amilleri göz ardı etmiş olması nedeniyle bir çok eleştiriye tabi tutulurken, şu an Arap coğrafyasının tanık olduğu özellikle Mısır ve Tunus'taki mevcut devrim dalgasıyla en eski kapitalist demokratik ülkelerde görülen ayaklanmalar, devrimin ekonomi politiğine ilişkin tezlere yeniden bir itibar ve presti kazandırmaktadır. Yine geçiş sürecinde yaşanan çoğu ekonomik sıkıntılar eşliğinde bu devrimlerin geleceğine bakıldığında, devrimlerin ve demokratik dönüşümlerin ekonomi politiği ile ilgili çalışmaların yeniden gündeme geldiğini görüyoruz.
Arap devrimlerinin merkezinde yer aldığı mevcut devrim dalgası, çok önemli bazı meseleleri ortaya koymaktadır. Bunlardan birincisi, kapitalist kalkınma modeliyle devrim arasındaki ilişkidir. Devrimler, ekonomik göstergelere ve uluslararası kuruluşların kriterlerine göre "başarılı" kapitalist ülkeler olan Tunus ve Mısır'da başlamıştır. Bu durum, değişimi açıklayan iki temel yoruma göre çatışmayı güçlendiren kapitalist kalkınma modeliyle devrim arasındaki ilişkiyi merkeze alan açıklamaları yeniden gündeme getirmiştir.
İşsizlik ve bununla ilişkili aşağılanmışlık hissi meselesini gündeme getiren Buazizi olayıyla ilintili olarak Tunus'ta devrimci eylemin sembolik başlangıcı, ekonomik yaklaşımın prestijini artırmaktadır ki bu nokta, zihinlere göreli yoksunluk teorisini gündeme getirmektedir. Mısır'ın durumuyla ilgili olarak ise "özgürlük", "yaşam" ve "sosyal adalet" isteyen devrimin sloganları, devrime neden olan rejimin krizi, başat faktör olarak ekonomik değerlerin dağılımıyla ilgilidir.
Öte yandan, Mısır ve Tunus devrimleri, ekonomik yapıların da içinde bulunduğu sosyal değişime ilişkin yapısal açıklamalara (structural analysis) yeniden itibar kazandırırken soğuk savaşın bitiminden itibaren demokratik dönüşüm literatürüne hâkim olan ve komünizmden kapitalizme dönüş deneyimlerinden etkilenen dönüşüm (transitology) ekolüne ise itibar kaybettirmiştir. Yapısal analizler, değişim ihtimallerini güçlendiren koşul ve yapılar üzerinde yoğunlaşırken, seçkinler içerisindeki ayrışmalar ve kopmaları merkeze alan dönüşüm ekolü, dönüşüm sürecindeki ajanların rolüne vurgu yapmaktadır.
Her iki halde de devrimin, dönüşüm konusu hakkında yapılan çalışmaların merkezi aktör olarak gördüğü seçkinleri geride bırakan kitlelerin bir araya gelmesiyle meydana geldiğine bakıldığında, ekonomik bağlamı da içine alan bağlamsal çalışmaların daha fazla izzet ikbal gördüğünü görürüz. Aynı durum, önderliğe ihtiyaç duyan ve ekonomik kararın verilişindeki haksızlıklara ilişkin bir bilincin gelişmesiyle oluştuğu demokratik kapitalist ülkelerdeki kitlesel halk hareketleri için de geçerlidir.
Bir: Mevcut devrimci dalganın ekonomik kökenleri:
Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte, kapitalist ekonomik model, uluslararası finansal kuruluşların söylemlerinde neredeyse kutsal bir yere oturtuldu, ya siyasetçilerinin ekonomik faydasına olan inancı nedeniyle gönüllü olarak ya da yardım ve borçlanmaya duyduğu ihtiyaç nedeniyle kerhen ve küresel kuruluşların kabulüne mahzar olabilmek için, bu söylemi gelişmekte olan birçok ülke benimsedi.
IMF ve Dünya Bankası, ekonomik liberalizmi ve onun özü olan özelleştirmeyi, hükümet harcamalarının yönlendirilmesini, "Washington konsensüsü" olarak adlandırılan devletin ekonomik rolünün daraltılmasını, ekonomik reformların en doğru biçimi olarak sunma yarışına girdiler. 90'lı yılların başında ise bunlara kurumsal reformlar ve yolsuzlukla mücadeleyle ilgili bazı unsurlar eklendi. Bu manzumenin ışığında, ekonomik reformun geçici bedeli olması itibarıyla meyvesini uzun vadede verecek ekonomik siyasetlerin sosyal külfetinin artışı meşrulaştırıldı.
Bu reçete, ekonomik kalkınmadaki başarının kıstasıyken bu kalkınmanın sıradan insanın yaşamına olan etkisi ikincil bir mesele ya da süreç içerisinde halledilebilecek bir olgu olarak değerlendirilmiştir. Ancak devletin istihdam etmedeki rolünün azalması, vatandaşların geniş kesimlerinin sosyal ve ekonomik haklarının minimum ölçekte korunması ve sosyal güvenlik ağlarının temini noktasındaki rolü, geniş halk kesimlerine asgari düzeyde bir tedavi ve öğrenim imkanının sağlanması, bu reçetenin göz ardı ettiği meseleler arasında yer almaktadır.
Birçok ekonomist, IMF ve Dünya Bankası'nın sunduğu neoliberal reçetenin siyasi ve toplumsal maliyeti hakkında son 20 yıl içerisinde oldukça ciddi uyarılarda bulunmuşlardır. Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, bu durumu Pazar köktenciliği (Market Fundamentalism) olarak nitelemektedirler. Neoliberal politikaların ülke ölçeğinde yaratacağı olumsuz etkilerin yanında Stiglitz'in analizleri, erken dönemde kapitalizmin en aşırı biçimlerini yerleştirmek için çaba harcayan ekonomik küreselleşmenin negatif etkilerine dikkat çekmiştir. Bu model devasa üretime ve zengin sınıfının tüketimine dayanmaktadır.
Ancak Neoliberal siyasetlerin ve küreselleşmenin olumsuz etkilerinin eleştirisi, son yirmi yıl içerisinde sadece sosyalist çizgideki aydınlarla sınırlı kalırken, liberal iktisatçı Adam Smith'in "gizli el" teorisine bağlı olan yaygın iktisat düşüncesinin göz ardı etmektedir. Bu çizgiye mensup iktisatçılar, iktisadi verimlilik (efficiency) ve eşitlik (equity) arasında ayrım yaparak sonuncusunu ahlak-siyaset alanına ait ve iktisat alanının dışında kalmış olması hasebiyle ihmal etmişlerdir.
Ancak bu model, küresel ekonominin girmiş olduğu kriz ve bu krizin sosyal ve ekonomik bedellerinin ortaya çıkması nedeniyle ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Hatta Arap devrim dalgası ve kapitalist ülkelerde baş gösteren protesto gösterileri ve ayaklanmalar, küresel ekonomik sisteme seksenli yılların ortalarından itibaren hükmeden kapitalist modelin siyasi külfetine ilişkin uyarıda bulunmaktadır. Mevcut devrim dalgası, eşitlik, sosyal ve ekonomik hakların ihmal edilmesi ve bu konuların ekonomik hesaplamaların dışında kalan standardizasyona ait bir konu şeklinde ele almaları nedeniyle siyasi bir bedel ortaya çıkarmıştır.
Dünya devletlerinin %95'den fazlasının, mevcut kriz haline rağmen ekonomik faaliyet modeli olarak kapitalist modeli benimsedikleri göz önüne alındığında, siyasi ve ekonomik açıdan önemli çıkarların söz konusu olduğu gün yüzüne çıkmaktadır. Devrimlerin ve protesto gösterilerinin patlak vermesiyle birlikte egemen ekonomi politikalarının olumsuz etkilerinin ve bunun sosyal adaletsizlik duygusunu besleme ve ayaklanmaların artmasına neden olan etkilerinin eleştirisi, yeniden, ancak bu kez çok daha güçlü bir şekilde yapılmaya başlanmıştır.
Ekonomist Joseph Stiglitz'in analizlerinin dikkat çektiği önemli fenomenlerden biri de küreselleşmenin gerek ülkeler arasında gerekse ülke içindeki eşitlik ya da adalet üzerindeki olumsuz etkileri hakkındaki ifadeleridir. Stiglitz, kapitalist model üzerine bina edilmiş ekonomik küreselleşmenin ahlaki olarak kabul edilemez siyasi olarak da sürdürülmesi mümkün olmadığını söylediği ekonomik olgular ortaya çıkardığını söylemektedir. Bu durum, rejimlerinin meşruiyet kaybının devletin gasp edilerek salt dar bir grubun çıkarları için kullanılması ve vatandaşların büyük bir bölümünü ihmal etmesiyle yakından ilintili olduğu mevcut devrim dalgasını haber verir gibidir.
Stiglitz'in analizinin işaret ettiği noktaların en önemlileri şunlardır:
1- Gerek ülkeler arasında gerekse ülkelerin kendi içlerindeki eşitsizlikler: Bu bağlamda, Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 2004 yılında yaklaşık 70 ülkeyi kapsayan raporu, Güney Asya bölgesi hariç, işsizlik oranlarının dünyanın tamamında yükseliş halinde olduğunu gösteriyor. Aynı şekilde rapor, dünya nüfusunun %60'ının eşitsizliğin artmakta olduğu ülkelerde yaşarken, dünya nüfusunun sadece %5'inin sosyal sınıflar arasındaki farklılıkların daha makul noktalara getirildiği ülkelerde yaşadığını ortaya koyuyor. Burada dikkat çekici olan, raporun küresel mali krizin patlak vermesinden önce hazırlanmış olmasıdır. Sosyal adaletsizliği besleyen, küreselleşmenin krizi değil başarısıdır. Kalkınma arttıkça sosyal adaletsizlik de artmaktadır. Öte yandan rapor, birçok ülkede zenginlerin daha da zenginleştiğini, yoksulların daha çok yoksullaştığını ortaya koyuyor.
2- Zengin ülkelerdeki yoksulluk sorunu: Ekonomik göstergeler, bazı devletlerin durumunun makro ekonomik değerler bakımından iyi olduğunu söylerken neden o ülkelerde sosyal öfke patlamalarının arttığını bizlere açıklar. Bu, örneğin Mısır ve Tunus'ta bariz bir şekilde rastlanan durumdur. Bu durum, ekonomik küreselleşmenin bazı ülkelerin Gayrı Safi Milli Hasılası'nın rakamlarını yükseltir; mal ve hizmet verimliliğini artırmasına yardım eder; ancak bu, zorunlu olarak vatandaşlarının onurlu bir yaşam yaşadıkları anlamına gelmemektedir. Bu da "zengin devlet, fakir vatandaş" kavramının ortaya çıkmasına neden oluyor.
3- Gayrı resmi (kayıt dışı) ekonominin büyümesi: Burada ise geniş kitleler sosyal güvenlik şemsiyesinden, sosyal ve hukuki haklardan yararlanamamaktadır.
4- Dev ekonomiler ve zengin kapitalist sınıfın çıkarlarına taraf olan bir ekonomik yapının varlığı. Örneğin, dev projelerle karşılaştırıldığında küçük ve orta ölçekli projelerin kredi elde etmesinin zor olması gibi bir takım sıkıntılar bulunmaktadır. Stiglitz bu durumu, bankacılık sektörünün özelleştirilmesinin ve bu sektörün küresel bankalara açılması, otomatik olarak küçük ve orta ölçekli proje sahiplerinin köşeye itilmesi ve zarar görmesine yol açtığını belirterek açıklıyor. Zira büyük küresel bankalar, dev şirketlerin kendi denkleriyle yani büyük ölçekli küresel diğer bankalarla ilişkiye girme eğiliminde olduğunu, diğer bankalara yanaşmadığını belirtiyor. Bundan dolayı da göreceli yoksunluk hissi burada emekçi sınıfı ya da yoksul sınıfı aşarak rekabetten zarar gören ve finans için birbiriyle kapışan orta ve küçük kapitalist sınıfa kadar ulaşıyor.
5- Orta sınıfın zarar görmesi. Bu sınıf özellikle de Amerikan tarzı kapitalist kalkınma modelini benimseyen ülkelerde, hatta küresel finans krizin patlak vermesinden önce bile ya yerinde sayıyor ya da daha kötüye gitmekteydi. Orta direğin bu geniş kesiminin mevcut durumunu koruyabilmesi ancak, çalışma saatlerinin artırılabilmesiyle mümkün olmaktadır. Stiglitz'in gözlemlediği bu duruma kamusal hizmetlerin ve malların, bu geniş tabana sahip sınıfın vatandaşlarına onurlu bir yaşam sağlayan sosyal güvenlik ağlarının, devletin ekonomideki rolünün azalmasıyla ve özelleştirme politikalarının yükselişe geçmesiyle birlikte, tedrici olarak aşındığını ifade etmektedir.
Stiglitz'in demokratik olan ve olmayan ülkelerdeki orta sınıfa ilişkin söyledikleri, orta sınıfın sosyal adaletsizliği ya da demokratik olmayan ülkelerde göreli yoksunluğu "kavramaları"nın daha ileri düzeyde olmasının beklendiğine dikkat çekiyor. Nitekim vergi yükünün büyük bir bölümü, bu orta sınıfın omuzlarına binmiş vaziyettedir, ama öbür taraftan da ya devletin bu hizmetleri giderek daha az sunması ya da kendi gelir düzeyinin düşmesi nedeniyle, devletin sunduğu kamu hizmetlerinden yeterince yararlanamamaktadır. Bu sınıfın daha yüksek standartlarda eğitim alması, bunun doğal bir sonucu olarak öz-bilinç geliştirmesiyle birlikte bu sınıfın, özellikle de temsili olmayan vergilendirmelerin yapıldığı (taxation without representation) göz önüne alındığında, sosyal öfke patlamalar yönünde tepkiler vermesi ve işini sadece vergi toplamak olarak tanımlayan devlete olan güvenini kaybetmesi ihtimali artmaktadır. Stiglitz, az önce bahsi geçen durumların olumsuz etkilerinin bir ülkeden diğerine değiştiğini belirtmektedir. Bu duruma genelde, BRICS ülkeleri dediğimiz Rusya, Hindistan, Çin ve kalkınmasını ancak küresel ekonomik sisteme entegrasyonla gerçekleştirebilen ülkelerde rastlanmaktadır. Bu ülkeler, kapitalist ekonomik kalkınma modelini benimserken rejimleri kapitalist kalkınma modelinin sahip olduğu hukuki ve sosyal altyapıya sahip değildir. Yolsuzluğun ve kayırmacılığın yayılması ve sosyal güvenlik ağlarının yok olmasıyla birlikte, kapitalizmin siyasi bedelleri çok daha ağır olmaktadır.
Öte yandan, iktisadi amillerle bağlantılı sosyal öfke konusunu ele alan daha az akademik tezi, Amerikalı solcu yönetmen Michale Moore ele almaktadır. Moore, tezinde Citi Group'un hazırladığı ve Plutonomy kavramı üzerinde durduğu bir raporu ele geçirmiştir. 2009 yılında hazırlanan bu rapor, sıradan vatandaşın ya da orta sınıf mensubu kişilerin değil, zengin sınıfın ekonominin motoru haline geldiğini düşünen ekonomik kurumların eğlence amaçlı ve keyfi harcamaları desteklediğine işaret diyor. Bu olgu, sembolik ifadesini devasa alışveriş merkezleri olan "mall"ların, eğlence ürünlerinin, tatil köylerinin ve gelişmekte olan ülkelerdeki lüks konutların eş zamanlı yayılmasında bulmaktadır. Yoksulluk ve işsizlik oranlarının artmakta olduğu ya da en iyi varsayımla yerinde saymakta olduğu bir dönemde, göreli yoksunluk olarak adlandırılan şey, imkânlarla sosyal protestonun ve devrimin yakıtı sayılan beklentiler arasındaki uçurumun gelişmesi için verimli bir alan olarak görülmektedir. Sosyal farklılaşmanın artması ya da göreli yoksunluğun doğrudan algılanması türünden ekonomik faktörler, devrim ihtimallerini artırmaktadır.
Ekonomik faktörler doğrudan sosyal farklılığın daha da artmasına ya da göreli mahrumiyetin doğrudan algılanması, devrim ihtimalinin artmasına doğrudan yol açmaz. Devrimci sarhoşluğun daha da ateşlenmesine ya da yok edilmesine çalışan bir çok bağlamsal faktör vardır. Bunlar içerisinde en önemlileri: teknolojik unsurlar, vatandaşların yaş ve öğretim yapısı, vb. gibi faktörler toplamda demokrasinin toplumsal şartlarına ilişkin Martin Lipset'in 50'li yıllarda temellerini oluşturduğu ve 90'lı yıllarda yeniden harmanladığı analizini dile getirir. Bu analize göre, devrim modernleşmeyle irtibatlı beklentilerden kaynaklanan sosyal mobilizasyon ve öfkenin bir karışımından doğar. Öyle ki Lipset'in teorisine göre, bu faktörler belirli siyasi koşulların devam ettirilmesini imkansız kılar ve demokratik değişim yolunda ilerlemeye zorlar.
İkincisi: Dünya Bankası ve IMF tarafından geçtiğimiz yılların başarılı ekonomileri arasında zikredilen Mısır ve Tunus gibi ülkelerde devrim yaşanması, neoliberal ekonomi politikalarının siyasi maliyetleri bakımından son derece önem arz eder. Her iki ülke de ama özellikle de Tunus, kalkınma oranlarındaki yükseliş nedeniyle uluslararası finans kurumlarınca ekonomik başarı örneği olarak gösterilmiştir. Ayrıca her iki ülke de Stiglitz'in zengin devlet ve fakir vatandaş olarak nitelediği duruma örnek teşkil eder. Hakim eliti başarının ve ekonomik mucizelerin an meselesi olduğuna inandırmış, gelir piramidinin en altındaki vatandaş ise reformun getirilerini hissetmeye başlamıştır. Sonra Mısır ve Tunus, ekonomik neo-liberalizmin siyasetlerinin çelişki ve kusurlarının temsil etmiştir. Mısır'daki GSYİH büyüme oranları 2006'dan bu yana %7 civarında olmuş ve küresel finans krizi nedeniyle düşüş eğilimine girmiş ve %5'lere kadar düşmüştür. Bu yine de kriz döneminde yüksek bir oran sayılır. Bu oranlar, aynı dönemde Tunus'ta % 6 olmuştur. Ancak 2008 yılında düşüşe geçmiş ve 2009'de %3'e düşmüştür.
Devletin zenginliğine ilişkin göstergelerin artışıyla vatandaşın fakirleşmesi eş zamanlı olmuştur. Ekonomik büyüme oranlarının artmasıyla Mısır'daki fakirlik de artış göstermiş ve fakirlik oranı son yıllarda %20'ye, 2008'de ise %22'ye ulaşmıştır. Aynı zamanda halk, benzer bir konuma sahip (ek %20'lik bir vatandaş kesimi) yoksullar kategorisine düşme tehdidiyle sürekli yüzleşmek zorunda kalmıştır. Aynı zamanda Mısır ve Tunus'ta işsizlik oranları daha da kötüye gitmiş, Mısır'da %9 artarken Tunus'ta %14'ün üzerinde seyir izlemiştir.
Bu ikilem, Mısır ve Tunus'un başarılarını sembolik ya da "kağıt üstündeki" başarılar haline getirmiştir. Öte yandan işsizliğin ve fiyatların artması, fakirle zengin arasındaki uçurumun, yolsuzluğun, ekonomi politikalarının sadece belirli bir kesim için olduğu yönündeki duyguların artışıyla birlikte toplumsal öfke, patlamaya yüz tutmuştur. Bu durum, rejimin meşruiyetini ekonomik-toplumsal temelde yitirmesine, yol açmıştır. Toplumsal öfkenin ve devletin gaspedilmesi yönünde bir hissiyatın gelişmesi, Mısır ve Tunus'ta devrimci eylemin başlaması için verimli bir zemin oluşturmuştur.
Bu arka planda, Mısır ve Tunus'ta devrimin ortaya çıkışı, gerek IMF'nin gerekse dünya Bankası'nın güvenilirliğine müthiş bir darbe vurmuş, ekonomi politikalarının sosyal yönünü göz ardı eden ekonomi teorisinin kusurlarını açığa çıkarmıştır. Öte yandan kalkınmacı siyasetlerin daha fazla halk yanlısı olması için dizayn edilmesi mümkündür ve rejimin meşruiyetiyle yakından ilintilidir.
Mısır ve Tunus'ta devrimi doğuran kriz, bir boyutuyla küresel uzantıları olan ekonomik koşulların ve siyasetlerin yansıması olduğu gibi –zira her iki rejimin de bu ekonomi politikalarını benimsemesi, uluslararası sorunların ve fırsatların belirli bir modeline karşılık vermesiyle gerçekleşmiştir- devrim de kalkınmacı modelin teori ve pratiğiyle ilgili olarak, küresel etkiler ortaya çıkardı.
Her iki devrim açısından da Dünya Bankası, büyük bir toplumsal öfkeyi temsil eden halk devrimlerini öngörememesi mümkün değildi. Uluslararası kurumun ekonomi düşüncesi üzerinde yarattığı sarsıntının erken göstergeleri arasında Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, 6 Nisan 2011'de yaptığı "Ortadoğu ve Kuzey Afrika: Yeni bir Kalkınma sosyal Sözleşmesi" başlıklı konuşmasında Mısır ve Tunus devrimlerinden dersler çıkarılması gerektiğinden ve bu derslerin bölgesel ve yerel boyutlarını aşarak bütün dünyaya ve uluslararası kalkınma kuruluşlarına sirayet etmesinden bahsetmiştir. Bu konuşma, neredeyse bir ifşa ve itiraf gibi yankılanmış, adalet ve eşitlik gibi düşünceleri yok sayan ekonomik verimlilik teorisinin kusurlarını itiraf eden revizyonist siyasetlerin benimsenmesinin başlangıcını oluşturmuştur.
Konuşma, sermayenin güç ve adam kayırmacılıkla at başı gitmesi gibi konulara değinirken Dünya Bankası bakımından tamamen yeni unsurlarını içermektedir. Kalkınma için yeni toplumsal sözleşmenin dinamikleri olarak özellikle de Mısır'da sosyal güvence ağının yeniden yapılandırılması zaruretine işaret sadedinde temel öncelikleri, vatandaşın önceliğini, sosyal güvence ağlarının önceliğini zikretmiştir. Buna ek olarak raporda istihdam, işsizliğin yok edilmesi gibi konulara yönelik mükerrer işaretlerde bulunulmuştur. Zira yapılması gereken uzun vadede vatandaşın sosyal güvencesini garantiye almaktır. Bir diğer gösterge de 2011 yılında dünya kalkınma raporunda adalet, iş fırsatları yaratılması, gibi konulara işaret edilmektedir. Bu konular, uluslararası finans kurumlarının ve bu kurumun ilkelerini benimseyen zengin elitlerin sıkça görmezden geldiği konulardır.
Devletin zenginliği ile vatandaşın fakirliği arasındaki çelişkinin, toplumsal öfkenin merkeziliği -en azından Mısır'daki fakir kitlelerin ya da Tunus'ta işsizlik ve dışlama gibi sahip olduğu- göreli mahrumiyet meselesinin rejimin meşruiyet kriziyle ilgili açıklamalarda açık olmasına rağmen, devrim tablosunun sahip olduğu diğer unsurlar, göreli mahrumiyet ya da toplumsal öfke ölçütüne göre tekçi yorumu aşacak şekilde, beklentilerin boyutlarına, devrimci ivmenin meydana gelmesinde modernleştirme etkisinin birikimine işaret etmektedir.
Bu çerçevede her iki halde de devrim kıvılcımının ateşlenmesinde, orta ve eğitimli sınıfın oynadığı rol ve arkasından bir sonraki aşamada bu sınıfa diğer toplumsal tabakaların katılması, göreli mahrumiyetin etkisiyle mevcut koşulları reddetme noktasında aynı görüşü paylaşan geniş toplumsal kesimlerin bir araya getirilmesi, devrim kompleks yorumuna işaret etmektedir. Bu çerçevede farklı toplumsal kesimlerdeki farklı faktörlerin çeşitli etkilerini anlamak mümkündür. Zira göreli mahrumiyet değişkeni, mahrum ve dışlanan kitlelerde daha büyük etkiye sahiptir. Halbuki beklentiler devrimi dediğimiz şey, yüksek ekonomik standartlara sahip eğitimli orta sınıfın mobilize edilmesinde daha hakim bir rol oynamaktadır.
Üçüncüsü: Ekonomi politik perspektiften devrimci demokratik dönüşüm potansiyeli:
Ekonomik faktörlerin önemi, sadece öfke patlaması ya da devrime hazırlıkla sınırlı olamaz. Bilakis etkisi, devrim sürecinin oluşturulmasında ve onun demokratik sürece dönüşümünde de rol oynar. Tarihsel olarak devrim, demokratik bir sistemin benimsenmesinde temel süreçlerden biri olmuştur. Ancak bütün devrimler, kaçınılmaz olarak demokrasinin kuruluşuyla sonuçlanmamıştır. Ekonomik faktörler hem devrimlerin oluşumunda esaslı bir rol oynamakta hem de devrimci sonuçlar elde edilmesi için çıkarlar ağının oluşmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu mesele, bir sonraki dönemde merkezinde ekonomik faktörün yer aldığı, birbiriyle etkileşim içerisinde olan faktörler ağının doğrudan devrime ve demokratik dönüşüm imkânına yol açmıştır.
Başka bir deyişle devrimin etkileri ve demokratik geçiş, ekonomik değerlendirmelere tabi olmuştur. Theda Skocpol, "Toplumsal devrimlere Dair: Rusya, Fransa ve Çin'in karşılaştırmalı araştırması" adlı çalışmasında devrime yol açan krizlerin teşkil ettiği engellerin devrimci sonuçlara etki etme noktasında devam ettiğini düşünmektedir. Ona göre devrimci aşamanın önderleri, başta giderek kötüleşme ihtimali bulunan ekonomik sorunlar olmak üzere sabık rejimi deviren meydan okumalarla yüzleşmektedir. Devrim, devrimci önderliğin bu sosyal ve ekonomik meydan okumalarla girdiği tepkimenin bir sonucu olarak meydana gelir. Skocpol, çalışmasında birbirinden farklı üç sonuca işaret eder. Fransız Devrimi liberal kapitalizme yol açarken Rus devrimi diktatör bir yapıyla sonuçlanmıştır. Çin'de ise devrim toplumsal mobilizasyona dayalı tek parti rejimini meydana getirmiştir. Demokratik bir sistem kurulması ve devrimci sonuçlara etki eden farklı ekonomik faktörler arasında şunlar yer alır:
Birincisi: Ekonomik refahın tam olarak sağlanması. Amerikan araştırmalarının birçoğu ekonomik refahla demokrasi arasındaki bağa işaret etmişlerdir. Zira demokratik yönetimlerin yüksek ekonomik düzeylerde istikrara eğilim gösterirken daha zayıf ekonomik düzeye sahip ülkeler çeşitli dönüşümlere gebe bir durum arz etmektedir.
İkincisi: Ekonomik krizlerin etkisi: Bu etki, halkları ya da bu krizlerden etkilenen kesimleri, ekonomik zorlukların da etkisiyle daha muhafazakâr bir konuma itebilir. Devrimler, haksızlıkların giderilmesi ya da ekonomik koşulların iyileştirilmesine götürse de ekonomik açıdan bakıldığında aslında külfetlidirler. Yeni rejim, sadece devrimin yarattığı kriz içindeki ekonomiyle boğuşmak zorunda kalmaz aynı zamanda daha büyük ve keskin ekonomik krizlerle de yüzleşmek ve bunlara çözüm üretmek durumunda da kalır. Bu çerçevede birçok senaryo çizilir. James Robinson & Daron Acemoğlu, Diktatörlüğün ve demokrasinin toplumsal kökenleri adlı çalışmalarında devrimin yüksek maliyetli ekonomik sonuçlarının eski elitleri devrimden kaçınmak için demokratik tavizler vermeye itebileceği gibi devrimi yok etmeye de götürebileceğini kaydetmektedir. Ayrıca bu iki yazarın analizi, devrimin ekonomik maliyetiyle demokratik dönüşüm ihtimalleri arasında doğrudan bir bağ kurmuştur. Ancak çıkarlarını korumak isteyen elitin ekonomik kayıplardan kaçınmak için demokratik tavizler vereceğini var saymak, devrimin ekonomik yükünün zenginlikten daha az pay alan kesimleri ya da orta direği veyahut mahrum kesimi etkileyeceğini göz ardı etmektedir. Bu da onları devrimci olmayan muhafazakâr bir noktaya itecek ya da onların devrimci taleplerinden taviz vermelerine yol açacaktır, tersi değil. Aynı zamanda demokratik dönüşümün ekonomik külfeti, eski ekonomik elitin hesaplarına göre devrime karşı mücadele etmenin ya da onu yok etmenin maliyetinden daha büyük olacaktır. Ayrıca devrimlerin ekonomik maliyeti, kısa vadede zorunlu olarak eski elitlerin, demokratik tavizler vermeleri için eğilimlerinin daha da güçlenmesine yol açmaz.
Üçüncüsü: devrimi tehdit eden çıkarların büyüklüğü. Aynı mantıkla bu büyüklük, kar-zarar hesabına göre, onun devrimin talepleriyle olumlu yönde etkileşime girmesi ya da devrimci demokratik geçişi yok eden veyahut faaliyetini engelleyen karşı devrime katılması ihtimalini belirler. Bu çerçevede ekonomi politik üzerine yapılmış çalışmalar, devrimin yeni koşullarda daha avantajlı olacak kitlelerin, devrimle olumlu bir ilişkiye girmeyi imkânsız veyahut aşırı külfetli hale getirecek şekilde, stratejik çıkarlara zarar vermeden devrim sürecine katılmalarını sağlamayı başarması durumunda başarılı demokratik geçiş fırsatlarının güçleneceğine işaret etmektedir. Yeni toplumsal kesimlerin ya da grupların çıkarlarını, itibarlı gruplara ya da köklü çıkarları feda etmeden ifade edebilirse bu söz konusu olabilir, aksi takdirde bu çıkarlar yeni rejime düşman olur karşı devrimin yakıtı haline gelebilir.
Dördüncüsü: Toplumsal farklılık ve demokratik dönüşüm: Ekonomik eşitsizlik meselesi, toplumsal öfkenin ve devrime yol açan göreli mahremiyeti hissetmenin ana yakıtıysa, demokratik dönüşüm sürecine birkaç faktör sayesinde girer. Robinson ve Acemoğlu, herhangi bir toplumdaki eşitsizlik oranlarının artmasının demokratik dönüşümün maliyetinin yüksek olmasına yol açtığını ifade etmektedir. Çıkarları bulunan eski elit, demokrasiyle ilgili olarak bu değerlerin dağılımında şiddetli dengesizlikler olması durumunda değerlerin yeniden dağılımını kendi aleyhine bir tehdit olduğunu düşünmektedir. Sonra eski elit, kar-zarar hesabına göre bu dönüşümün, tahammülünün üstünde bir külfet getireceğini düşünürse ya da devrime katılmanın maliyetinin devrime karşı çıkmanın maliyetinden daha yüksek olduğuna kanaat getirirse, demokratik dönüşümü kurumsallaştırmak isteyen devrimler karşısında direnç gösterebilir. Hülasa, ekonomik faktörler, tek başına mevcut devrim dalgasını harekete geçirmeye yeterli değildir. Ekonomik faktörler devrimin alt yapısının oluşması ve gelişmesinde itici bir rol oynamıştır. Yeni çıkarlar ve yeni ittifakların oluşması veyahut demokratik talepler karşısında eskilerin yeniden toparlanması, rejimin yeni ve miras almış olduğu ekonomik sorunlarla ilişkisinin bir sonucu olarak, devrimci süreç neticelenecek ve demokratik bir rejim kurup kuramayacağı belirlenecektir.
Dünya Bülteni için Siyase ed devliyye'den Faruk İbrahimoğlu tarafından tercüme edilmiştir.