Lübnan'daki seçimle herkes ilgili

Ortadoğu'daki gerilim noktalarından Lübnan'daki seçimle herkes ilgili

Clinton'un ziyaretiyle birlikte, yıllardan beri Lübnan'a uzak kalan Beyaz Saray, özellikle Hizbullah'ın yönetime gelmesinin büyük riskleri beraberinde getireceği kaygısıyla, 14 Mart ittifakının iktidarını devam ettirmesi yönündeki tavrını netleştirdi.

Her ne kadar 7 Haziran'da yapılacak genel seçimlere daha bir ay gibi uzun bir süre bulunmakla birlikte hem Lübnan içindeki temel siyasi kutuplar hem de bu ülkede etkili olan güçler kılıçlarını şimdiden çekmiş gibi gözükmektedirler. Bu bakımdan söz konusu seçim, parlamentonun 128 sandalyesinin yenilenmesinden çok daha öte anlamlar taşımakta olup, yalnızca Lübnan halkını değil aynı zamanda bu ülkeye komşu olan Suriye, İsrail gibi devletlerin yanı sıra pek çok Arap ve Batı ülkesini de yakından ilgilendirmektedir.

Lübnan'ın 1943'te bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Fransa'nın bu ülkeye geride bıraktığı en büyük hediye (!) feodal-dinsel ve mezhepsel ayrımlara dayanan bugüne kadar etkisini sürdüren olumsuz yapı olmuştur. Bu yapıyı iç savaşlar pahasına değiştirmek isteyen fakat başara-mayan Lübnan halkı, yarısı Müslüman yarısı Hıristiyan olan meclis için bir kez daha seçime hazırlanmaktadır. Söz konusu seçimin daha önceki örneklerinde olduğu gibi yine Saad Hariri, Velid Canbolat ve Emin Cemayel'e bağlı güçlerden oluşan iktidardaki 14 Mart siyasi ittifakı ile Hizbullah, Emel ve Michel Aun'un destek verdiği muhalefette yer alan 8 Mart gücü arasında geçmesi beklenmektedir. Fakat anlaşılan bu seçim ülkenin diken üzerinde duran istikrarını ve siyasi geleceğini riske atabilecek pek çok sorun ve soru işaretini beraberinde getirecektir.

Hariri cinayeti

Bu bağlamda, 2005'te olduğu gibi Haziran seçimlerine yönelik tartışmaların merkezinde de, beş defa hükümet kuran, ancak Suriye yanlısı Marunî devlet başkanı Emil Lahud'un üç yıllığına tekrar devlet başkanı seçilmesine tepki olarak hükümetten istifa etmesi sonrasında 14 Şubat 2005 tarihinde 300 kg bomba kullanılan bir saldırı sonucu hayatını kaybeden Refik Hariri cinayetinin aydınlatılması meselesi yer almıştır.

Suikasttan sonra Lübnan Hükümeti'nin talebi doğrultusunda BM Güvenlik Konseyi'nin 1595 no'lu kararıyla kurmuş olduğu araştırma komisyonunun ulaştırdığı belgeleri ciddi bulmasının ve bunu takiben 2007 Mayıs'ında 1757 sayılı kararla dosyayı incelemek üzere özel bir mahkeme kurulmasını uygun görmesi büyük tartışmaları da beraberinde getirmiştir.

Bu çerçevede BM'nin görevlendirdiği ve farklı ülkelerden dört savcının onlarca tanıkla görüşüp binlerce evrak toplayarak hazırlık soruşturmasını tamamlamalarını takiben, Uluslararası Adalet Divanı'na ev sahipliği yapan Lahey'de yargılamaya başlanmasına karar verilmiştir. 

Mahkeme nasıl çalışacak?

Fakat tartışmalar, bu özel mahkemenin çalışma tarzının nasıl olacağı, yaptırım gücünü nereden alacağı ve vereceği hükümlerin infazının kim tarafından yerine getirileceğinde kilitlenmektedir.

Bu açıdan söz konusu dava, ilk kez bir ülkenin içişlerini ilgilendiren bir suçun, uluslararası mahkemelere taşınması anlamına geldiği gibi Hariri ailesinin çağrısı sayesinde suikast ve cinayet gibi bir suçlamanın uluslararası düzeyde ele alınmış olması seçimlerin en önemli uyuşmazlık konusu haline gelmiştir.
Geçtiğimiz günlerde mahkemenin raportörü Robin Vincent, resmi yargılamanın başlamasıyla, Kanadalı Daniel Bellemare'nin savcılık görevini yürüteceğini belirterek hâkimlerin kimliklerinin güvenlik sebebiyle şimdilik ilan edilmeyeceği fakat dördü Lübnanlı 11 yargıçtan ibaret olacağını açıklamıştır. BM savcılarının raporlarında suikasta karıştığı iddia edilen 19 kişiden söz edilirken, bunların arasında Suriye ve Lübnan'dan istihbaratçıların bulunduğu kaydedilmiş ve görüşme yapılan tanıkların son derece önemli bilgiler verdikleri belirtilmiştir. Her ne kadar mahkemenin yeni savcısı Daniel Bellemare yargılama aşamasında kin, intikam, hesaplaşmaların olmayacağını sadece ve sadece cinayeti işleyenlerin ortaya çıkarılarak, adalete teslim edileceği ve cezalandırılacağını belirtmiş ise de, meselenin son derece karmaşık bir yapıya sahip olduğu muhakkaktır.

Nitekim Hariri suikastına karıştıkları iddiasıyla dört yıl boyunca herhangi bir suçlama yöneltilmemesine karşın tutuklu kalan Lübnan eski emniyet genel müdürü Cemil es-Seyyid, jandarma genel komutanı Ali el Haj, askeri istihbarat şefi Rimon Azar ve cumhurbaşkanlığı koruma timi komutanı Mustafa Hamdan'ın, davaya ilişkin ön tahkikat yürüten yargıç Daniel Francine tarafından serbest bırakılmasıyla birlikte tartışmalar daha da alevlenmiştir. Dahası , başsavcının talebi doğrultusunda suikastla ilişkili oldukları iddiasıyla tutuklanan söz konusu dört üst düzey subayla ilgili tartışmaların halen devam ettiği dikkate alındığında, mahkeme sürecinin her adımının çok daha büyük çalkantılara sebebiyet vereceği açıktır. Bu bağlamda mahkemenin prestijine darbe vuran diğer bir önemli gelişme, Hariri mahkemesinin raportörü olan Robin Finst'in davada uygulanan usule ilişkin yargıç Francine'le tartışmasının akabinde istifa etmesiyle birlikte yaşanmıştır. Söz konusu olay Lübnanlıları karşı karşıya getirmesi bir yana ülkenin yargı sistemine ve mahkemenin itibarına ilişkin olarak pek çok soru işaretinin gündeme gelmesine de neden olmuştur. Kuşkusuz bu gelişme özellikle 8 Mart hareket alanını güçlendirecek ve muhalefet tarafından önemli bir seçim malzemesi olarak kullanılacaktır.

Özellikle son dönemde birçok konuda politika değişikliğine giden ve somut olarak Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin arabuluculuğunda önce Fransa üzerinden Avrupa'ya yayılan ve Obama yönetimi sonrasında ABD ile bu süreci devam ettirerek bölgesel konumunu güçlendiren Suriye'nin bu yargılamadan nasıl etkileneceğini dikkatle takip etmekte fayda vardır. Zira Bellemare'ın elindeki tanıkların büyük bölümünün Suriye vatandaşı olduğu ve sıkı şekilde korunduklarını açıklaması sonrasında bu kişilerin Şam'ı suçlayıcı beyanlarda bulunması durumunda, Batı ile yaşanan bu yakınlaşma politikasının yön değiştireceği muhtemeldir. Suriye, Hariri suikastına ilişkin tüm bu suçlamaları reddetmişse de oluşan baskı karşısında 30 yıl gibi uzun bir süre kaldığı Lübnan'ı terk etmek zorunda kalmış fakat özellikle 8 Mart ittifakına verdiği destek çerçevesinde bu ülkedeki gelişmeleri yakından takip etmeyi de sürdürmektedir. Bu açıdan Şam yönetiminin haziran seçimlerinde de etkili olmaya çalışacağı açıktır.

Lübnan'daki gelişmelere karşı her zaman tetikte duran ve bu ülke'nin iç politikasını etkilemeye çalışan bir başka güç ise İsrail olup Tel Aviv yönetimi sandıktan aleyhine bir sonuç çıkmasını engellemek için yoğun bir psikolojik savaş yürütmektedir. Lübnan'daki dengelerin değişmemesi için birkaç kez bu ülkeye askeri operasyon düzenlemekten dahi çekinmeyen ve özellikle Marunî kesimle ittifaklar kuran İsrail, bu bağlamda haziran seçimlerinde etkili olmak için her tür çabayı göze almıştır. Son bir ay içinde ülkenin değişik yerlerinde üç ayrı Mossad hücresinin basılması da Tel Aviv'in Lübnan'daki hareketlilik karşısında ne denli duyarlı olduğunu göstermektedir.

Seçim sürecini etkileyen bir başka husus ise Mısır'ın ülkede kaos ortamı yaratmak maksadıyla eylem yapmayı planladıklarını öne sürdüğü Hizbullah ile bağlantılı bir grup militanın yakalandığı iddiasıyla getirdiği suçlamalardır. Bu gelişmenin pek çok konuda geri düşen 14 Mart ittifakı tarafından sürekli olarak ön plana çıkarılmasıyla birlikte mesele önemli bir seçim malzemesi haline gelmiştir. 

Sürpriz müdahil: Clinton

Seçimin sürpriz müdahili ise geçtiğimiz günlerde ani bir kararla üç saatliğine Beyrut'a gelen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton olmuştur. Clinton'un ziyaretiyle birlikte, yıllardan beri Lübnan'a uzak kalan Beyaz saray, özellikle Hizbullah'ın yönetime gelmesinin büyük riskleri beraberinde getireceği kaygısıyla halen hükümeti elinde tutan 14 Mart ittifakının iktidarını devam ettirmesi yönündeki tavrını netleştirmiş bulunmaktadır.

Anlaşılıyor ki gerek konumu gerekse sosyo-kültürel yapısı itibarıyla büyük fırsatlara sahip olan Lübnan'ın içinde bulunduğu çıkmazın sorumluluğunu sadece Lübnanlı siyasetçilerde aramak yanlıştır. Ülkeyi dış etkilere açık kılan başlıca sorun anayasada sözü geçen büyük haksızlıkları beraberinde getiren dinsel ve mezhepsel ayrımlara dayanan ve ülkeyi her zaman büyük krizlerle karşı karşıya bırakan anayasal yapıda saklıdır.
Samir Salha: Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi

Kaynak: Radikal