Lizbon Antlaşması, AB'yi nasıl yapılandıracak?

Cumartesi günü İrlandalılar, Lizbon Antlaşması'nı onaylamak için ikinci kez referanduma gitti. Haziran 2008'de düzenlenen ilk referandumda Lizbon Antlaşması'nı yüzde 53,4 "hayır'' oyuyla geri çevirmişlerdi.

Avrupa Birliği'nin (AB) nimetlerinden en çok istifade edip millî gelirini birkaç kere katlayan İrlanda'nın 2008'de gerçekleşen referanduma ret vermesi Brüksel'i hayal kırıklığına uğratmıştı. İkinci referandumda "evet" oylarının yüzde 67,1 ile üstün gelmesi AB için yeni bir yönetişim döneminin başlayacağına işaret ediyor. İrlanda dönemeci AB Anayasası'nın yerine ikame edilen Lizbon Antlaşması için son önemli dönemeçti. Katı bir AB karşıtı olan Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus ve daha önce İrlandalıların 'evet' demesi durumunda anlaşmayı imzalayacağı sözü veren Polonya Cumhurbaşkanı Leh Kaçinski'nin imzaları akabinde antlaşma yürürlüğe girecek.

Avrupa Birliği, niçin reform yapma ihtiyacı hissetti? Sovyetler Birliği'nin gölgesinden kurtulan Doğu Avrupa ülkelerine kapılarını açarak çok hızlı bir genişleme süreci yaşayan AB'nin eleştirilen ve aksayan yönlerinin listesi aslında bir hayli uzun. Gelinen noktada Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Topluluğu'nun (AT) genişlemeler sonrasında yaşamaya başladığı meşruiyet krizinin AB tarafından daha fazla ertelenemeyeceğine kanaat getirildi. Karmaşık AB yapısı içinde millî devletlerin siyasî faaliyet sahaları birer birer AB'ye geçtikçe, yarım milyara yaklaşan yeni yapısı ile Birlik, hükümranlık haklarının karşısına büyük bir sorun olarak çıktığını çok net bir şekilde gördü.

Yakın gelecekte 30 üyeli bir Birlik olması tartışılan AB'nin karar alma mekanizması ve demokratik işleyişini bu gerçeğe göre çok katmanlı olarak yeniden yapılandırması kaçınılmazdı. Avrupa Konseyi, -Komisyonu ve Parlamentosu arasında gidip gelen dinamikleri ile kendine has bir karar alma süreci geliştiren AB'nin bu 'orijinal' (sui generis) konumu literatürde demokrasinin Avrupalaşması (Europeanization of the Democracy) olarak nitelendirilmektedir.

Özellikle Doğu'ya genişleme süreci sonrasında 27 üyeli bir yapıya ulaşan AB'nin, kurumları arasındaki ilişkileri, bu kurumların AB vatandaşlarıyla kurdukları irtibatı yeniden yapılandırmak istediğini gözlemliyoruz. Örneğin Avrupa Konseyi'nde artık kronikleşmeye başlayan vetolar, azınlığın çoğunluğu bloke etmesi, AB'nin yönetme sorunu iyice hissedilirken, çoğu zaman bu süreç neticesinde ortaya çıkan kararlar çok ciddi bir şekilde kritize edilmektedir. Brüksel'in artık daha çok millî çıkarları doğrultusunda hareket eden üye ülkeleri, 'Şark usulü pazarlıklar' neticesinde, şeffaf olmayan yöntemlerle aldıkları kararlardan yakınan AB bürokrasisi de reformdan yana tavırlarını koydu. AB'nin karar alma ve yönetme sürecinde veto hakkına sahip aktörler zamanla potansiyel bir karar alıcıdan, potansiyel bir bloke ediciye dönüştüler.

AB'de demokratik temsil zafiyeti

50 yıla yakın bir süre 10 ülkeden daha az üyesi olan AB son beş sene içinde yeni 12 üyeye kapılarını açtı. Bu süre içinde üye sayısını artıran AB'nin kurum ve yönetim birimlerinin de yetkileri kısmen artırıldı ve zaman içinde kompleks bir yapıya kavuştu. Yaklaşık 30 sene boyunca Roma Antlaşması ve bu antlaşmaya bağlı prensiplerle yönetilen AB, bu zaman dilimi içinde yaşanan büyüme ve genişleme neticesinde dört kere Roma Antlaşması'nda revizyon yapmak zorunda kalmıştı.

29 Ekim 2004 tarihinde Roma'da Birlik üyesi ülke liderleri tarafından büyük bir gururla imzalanan AB anayasa metni, yapılan referandumlar neticesinde önce 29 Mayıs 2005'te Fransa daha sonra ise 1 Haziran 2005 tarihinde Hollandalılar tarafından reddedildi. Anayasa'nın halk tarafından reddedilişi neticesinde Birlik bir açmaz içine girmiş ve reel politika adına hemen hiçbir şey üretemez hale gelmiştir. Anayasa krizi sonrasında dönem başkanlığını devralan Almanya şansölyesi Angela Merkel'in girişimleri ile bu şoktan çıkmak için AB kendisine bir yol haritası çizmeye karar verdi. Daha önce Birlik için tarihî dönüm noktaları olan Roma, Maastricht, Amsterdam, Nice antlaşmaları geçerliliklerini sürdürürken yapılan 21.6.2007 tarihli zirve akabinde anayasanın yerine ikame ettirilmeye çalışılan "Reform (Lizbon) Antlaşması" uzlaşısı AB için bir başka önemli dönüm noktası olarak tarihe geçti. Avrupa Anayasası'nın referandumlarla reddedilmesinin ardından iki yıldır devam eden belirsizlik sonrasında, Avrupa Birliği'nde yapılacak reformlar ve yol haritası, bu son uzlaşmayla netleşmiş oldu. 2007 Haziran zirvesine damgasını vuran reform antlaşması, Birlik içinde birçok değişikliği gündeme getirirken, siyasî bir krize dönüşen AB Anayasası defteri de periyodik yeni bir revizyon ile kapatılmış oldu. Dolayısı ile Avrupa Anayasası kavramından tamamen vazgeçilmiş olsa da, anayasa taslağında gündeme getirilen reformların pek çoğu bu yeni sözleşmede de yer aldı.

Lizbon Antlaşması ya da 'imitasyon anayasacık'?

Lizbon Antlaşması'na göre, öncelikle karar alma mekanizması içinde AP'nin yetkileri artırılırken 2014'ten itibaren Avrupa Komisyonu küçültülecek ve her üye ülkenin bir komisere sahip olduğu sistem tadil edilecek. Ayrıca AB zirvesi kararında, dış politikada tek seslilik için "AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi" atanması da antlaşma ile kabul edildi. AB dışişleri bakanları da artık Birlik'in dış politikasını yürütecek, daha fazla bütçeye de sahip bir Yüksek Temsilci'nin başkanlığında toplanacaklar. Öte yandan 6 aylık dönüşümlü başkanlık sistemini kaldıran yeni antlaşmayla birlikte getirilen daimi AB Başkanı, iki buçuk yıllık dönemler için atanacak ve AB zirvelerine başkanlık edecek. Yeni Lizbon Antlaşması'yla getirilen "ikili çoğunluk sistemi" olarak adlandırılan nitelikli oylama yöntemi, üye ülkelerin karar alabilmeleri için ülke sayısı dikkate alındığında yüzde 55 ve ülke nüfusları dikkate alındığında yüzde 65 destek sağlamalarını gerekli kılıyor.

2007 Haziran zirvesinde gündeme gelen maddeler çerçevesinde Avrupa Birliği'nde gündeme gelecek yeni yasalar konusunda ulusal parlamentoların söz hakkı artırılarak korunacak. Üye ülkelerin veto hakkını içeren sistem Birlik'in pek çok temel karar başlığında uygulanmayacak. Avrupa yasaları, çerçeve kanunlar, AB düzenlemeleri ve talimatnameleri gibi kavramlar tek bir Avrupa devletini çağrıştırdığı için birçok ülke tarafından prensip olarak reddedilmeye başlanmıştı.

AB ülkeleri vatandaşları içinde bulundukları şartlarda kendilerini Brüksel'in kararlarından ve bu kararları alan kurumlardan mesafeli hissettikleri sürece Birlik gelecek perspektifi oluşturmakta güçlük çekecektir. Bu bağlamda entegrasyon, genişleme ve derinleşme politikaları hatta AB'nin coğrafî sınırları gibi temel konular üzerine gerçekleştirilen çok uzun süreli tartışmalar neticesinde bile somut bir karara varılamamaktadır. Artık kronikleşen bu tür yönetim sorunlarını aşarak Birlik'in hareket yeteneğini artırmayı hedefleyen Lizbon Antlaşması, Brüksel'in daha demokratik, etkili ve yönetilebilir bir yapıya kavuşmasını sağlamaya çalışmaktadır. Bu açıdan bakıldığında küreselleşmenin ve AB içindeki pratik işleyiş sorunlarının kaçınılmaz kıldığı Lizbon Antlaşması'nın Brüksel açısından daha fazla gecikme lüksü bulunmuyordu.

Her ne kadar yaşanılan kötü tecrübeler sonrasında Brüksel anayasa tabirini şimdilik kullanmasa da, Lizbon Antlaşması'nın gerçekleştirmeyi hedeflediği kapsamlı revizyon nedeni ile aynı görevi ifa etmesi amaçlanmıştır. Lizbon Antlaşması, başarılı olarak yürürlüğe sokulamayan AB Anayasası'nın görevlerini üstlenmiş, yapısal yenilikler kadar reform hedefleri de olan önemli bir antlaşmadır. Her ne kadar anayasanın referandumlar neticesinde reddedilerek yürürlüğe sokulamamış olması AB adına çok üzücü bir gelişme olsa da, Birlik'in toparlanarak aynı hedefler etrafında kenetlenip Lizbon Antlaşması'nı şekillendirmesi Brüksel adına çok olumlu bir gelişmedir.

Lizbon Antlaşması'na yöneltilen önemli eleştirilerin başında, AB'nin bu girişimle "Süper Devlet"e dönüştürülmek istendiği ve millî devletlerin yetki alanlarının budandığı tezi gelmektedir. Lizbon Antlaşması'nda alınacak kararlarla aslında milli devletler AB'nin temel öğesi olmaya devam edecek. AP'de gündeme gelecek yeni yasalar konusunda ulusal parlamentoların söz hakkının artırılarak korunmasının prensip olarak kabul edilmesi, bu konuda Brüksel'in ne kadar hassas olduğunu gösterir mahiyettedir. Dolayısıyla karar alma mekanizmasında milli parlamentolara verilecek ekstra yetkilerle, millî devletler AB içinde mevcut yapılarını korumaya devam edecek.

Demokrasi ve çoğulculuk prensipleri açısından baktığımızda Lizbon Antlaşması'nın birçok eksikliğini ortaya koymamız mümkün olsa da, çokuluslu bir ortaklığın demokrasi standartları adına bir adım daha ileriye gidebilmesi için antlaşma bir fırsattır. Makro ekonomik dengelerin ABD ve Çin gibi sürekli yeni hedefler peşinde koşan ve dev bütçelere sahip aktörler tarafından yönlendirildiği bir sahnede AB ülkelerinin, geçmişlerindeki başarılı tecrübeleri bir yana bırakıp küresel aktör olma iddialarından geri adım atmaları beklenemez. Lizbon Antlaşması'nın anayasa formatından zorunlu olarak çıkartılıp, yeni bir periyodik revizyon şeklinde gerçekleştiriliyor oluşu, onun Birlik tarihinde oynayacağı önemli dönüşümü ve rolü gölgede bırakmayacaktır.
DOÇ. DR. SAVAŞ GENÇ

Kaynak: Zaman