BM Güvenlik Konseyi kararından sonra ABD, İngiltere, Fransa ve Kanada gibi ülkelerin içinde bulunduğu koalisyon Libya'ya karşı savaşı fiilen başlatmıştır.
Şimdiye kadar kullanılan askerî teknik ve yöntemler, daha ziyade takip edecek asıl saldırılara karşı mukavemetin engellenmesine yönelik bir harekât yapıldığı görüntüsü çizmektedir. Hem Tomahawk füzeleri hem İngilizlerin Tornado GR4 hızlı jetleri (ki bunlar 1982 yılındaki Falkland olayından beri ilk defa kullanılıyor) esas olarak Libya'daki olası mukavemet imkânlarını yok etmek için kullanılmıştır. Bu birinci fasıldan maksat, daha sonra insan yoğun müdahalelerin güvenliğini garanti altına almaktır. Ancak koalisyonun izlediği askerî hazırlık ve icra tekniklerine dikkatle bakılırsa halihazır müdahale siyasetinin Libya'daki sorunun doğasından çok daha kapsamlı olduğu kolayca görülecektir. Libya saldırısı hazırlanışı, tatbiki açısından son derece saf bir Batılı müdahaledir. Yani bu askerî saldırının ilk vurgulanması gereken noktası, damardan Batılı karakteridir. Rusya ve Çin gibi ülkeler şöyle yahut böyle çekincelerini bildirirken müdahale içine Kanada ve İspanya gibi ülkelerin katılması son derece semboliktir. Böylece çok uzun zamandan sonra uluslararası sistemin tarihsel çekirdeği dışarıda ve bu sefer İslam coğrafyasında bir eylem içindedir. Dolayısıyla bu noktada ilk sorulması gereken nokta şudur: Bütün bunlar yeni bir müdahale doktrini anlamına mı gelmektedir? Kuvvetle muhtemeldir ki çekirdek Batı, Tunus ve Mısır ile başlayan sürecin üzerinde düşünmüş ve gelişmeler karşısında kendi durumunu garanti altına alacak bir 'stabilizasyon' yani müdahale doktrini geliştirmiş bulunmaktadır.
İkinci bir nokta, bütün Batılı müdahaleler gibi bu da farklı Batılı ülkelerin uzlaşan, çatışan, farklılaşan, benzeşen çıkarlarının toplamıdır. Bir anlamda böyle eylemler, içinde barındırdığı niyetler bakımından bir tür lahanayı andırır. Her bir ülkenin peşinden gittiği ayrı bir çıkar ve hikâye vardır. Örneğin Fransa, Tunus olayında Dışişleri Bakanı Michele Alliot-Marie'nin başlattığı hatalar zinciri ile kaybettiği pozisyonu almak için uğraşmaktadır. Hatta Fransa, Libya'daki muhalif hükümeti tanıdığını ve belki de büyükelçisini Bingazi'ye taşıyacağını bile ilan etmiştir. Öte taraftan gayet sevimsiz bir algı haline gelen Sarkozy'nin Libya işinden bir seçim zaferi çıkarmak niyeti de aşikardır. Petrol başka bir hesaptır. Fransa, Libya'dan ihtiyacının yaklaşık yüzde 10'luk kısmını tedarik etmektedir ki bu ciddi bir rakamdır. Diğer bir nokta ise Fransa gittikçe küresel siyasette anlamsız bir hale gelmiştir. Avrupa siyasetinde Almanya fiilen Fransa'yı ezip geçmiştir. Bu alanlarda ezilen Fransa, Libya gibi alanlarda geleneksel askerî gücünü de öne çıkararak bir dünya profili kazanma peşindedir. Başka bir örnek olarak Kanada böyle her türlü askerî eyleme neredeyse bir tür katkıda bulunarak Batı tarafından kendisine layık görülen arındırılmış istikrar adası olmak imkânının vergisini vermektedir.
Ancak bu farklılıkları örten ortak büyük noktalardan birisi de ekonomik çıkarlardır. Libya, bütün Afrika'da ispatlanmış doğalgaz ve petrol rezervlerinin yüzde 45'e yakın kısmını elinde tutmaktadır. Libya'da bugün Fransız Total, İtalyan ENI, Çin'in CNPC, BP, İspanyol REPSOL ve diğer büyüklerden Exxon, Chevron gibi firmalar petrol alanında faaldir. Örneğin bu düzende Çin devlet şirketi CNPC bu ülkedeki petrolün tamamının yüzde 10'u kadarını Çin'e götürmektedir. İtalyan ENI ise bütün petrolün yüzde 25 kadarının ihracını bizzat kendisi yapmaktadır. Bugün Libya'da ihalesi yapılmış, yapılan ve imtiyaz haline gelmiş petrol sahalarının sayısı 201'dir. Özellikle Sirte Körfezi'nin altından başlayarak doğu kısmına doğru hilal yaparak buradaki Rimal'i içine alan bölge yukarıda zikredilen firmaların ilgi duyduğu alanların başında gelmektedir. Yine Kaddafi'nin bugün merkezi olan Batı Libya'nın Gharyan şehrinin (bu yerin batı kısmında Berberi bir azınlık yaşıyor) batısına doğru olan bölge de böyle önemli bir petrol alanınıdır. Öte yandan şunu açıkça ifade etmek gerekiyor: Bugün Batılı medyanın 'korumak istediğimiz muhalif alan' dedikleri yer (Bengazi'den güneye Ecdebiyye üzerinden dik bir hat çizersek) aslında tam bir petrol alanıdır!
Öte yandan Batılı müdahale eleştiriye açık olmakla birlikte İslam dünyasının sorması gereken sorulardan birisi de şudur: Bu müdahale olmasaydı ve Kaddafi eylemlerine devam etseydi Müslümanların uygulayacağı bir strateji var mıydı? Defalarca daha önceki başka örneklerden görüldüğü üzere İslam dünyası kendi içindeki bir sorunu çözmek için ihtiyaç duyduğu maddi ve ilkesel araçlardan yoksundur. Daha açık yazmak gerekirse: İslam ülkeleri bütün uyarılara aldırmadan Bingazi'ye girmek için hazırlanan, 'bu gece sizi ezmeye geliyoruz' diyen Kaddafi gibi aktörleri gerekirse güç kullanarak çözmek için gerekli maddi unsurlara ve konsensüs vasatına muhakkak sahip olmalıdır! Siyasetin bütün sorunlarının sözle çözüleceğine inanmak son derece saf bir Katolik düşüncedir ve barış için bazen de güce ihtiyaç duyulur.
Türkiye bu yazının yazıldığı zamana kadar son askerî müdahaleyi açıkça eleştirmemiştir. Dahası bu müdahalenin çerçevesi olan ilgili BM kararını sahiplenmiştir. Bu zorunlu bir tercihtir. Türkiye'nin açıkça koalisyonu hedef almasını beklemek insaflı bir tutum değildir. Ancak buradan bazı sonuçlar çıkmaktadır: İlk olarak, savaş bölgedeki Türk dış politikasını bir tür 'felç' etmektedir. Türkiye daha ziyade yumuşak güç unsurlarını kullandığı için, çatışma durumunda eli kolu bağlanmış duruma düşmektedir. İkinci nokta ise, biraz hassas olmakla birlikte, Türkiye'nin orta vadede benimseyeceği askerî kimlik ile ilgilidir. Türkiye önümüzdeki otuz yıl için inşa etmeye çalıştığı bölgesel ve hatta küresel kimlik unsurunda askerî güce nasıl anlam verecek? Kanadalı ve İspanyol pilotların Libya üzerinde ortak hava harekâtına giriştiği bir ortamda Türkiye gözünü tamamen askerî güç unsurlarına karşı kapalı tutmamalıdır! Türk ordusu hızla iç güvenlik kavramı merkezli yapısından kurtarılmalı ve bölgesel bir ülke profiline göre şekillenmelidir. Savaş ahlaki olarak savunulamaz ancak Türkiye, Akdeniz'de Libya'ya bir askerî operasyon yapılırken bir denizaltısını yahut bir uçak gemisini bulundurabilmek kudretine sahip olmalıydı. Türkiye tarihsel, kültürel ve coğrafi nedenlerle bir Japonya veya Almanya değildir. Bu açıdan askerî unsurların tamamen sıfırlandığı bir Türkiye profili gerçekçi değildir.
Savaşın başladığı noktada şu an en büyük beklenti bu harekâtın en kısa zamanda bitirilmesidir. Ancak hava harekâtı ile Libya yönetimini tamamen değiştirmek zor bir ihtimaldir. Bunun gerçekleşmesi için Trablus'daki nüfusun da Kaddafi'ye karşı isyana kalkışması gerekmektedir. Aksi takdirde ya bir kara harekâtı (seçilmiş bazı noktalara) olacak yahut uzun takvimli hava saldırıları devam edecektir. Her iki ihtimalde de Libya fiilen bölünmüş olacak ve Mağrib'de büyük bir istikrarsızlık mekanizması ortaya çıkacaktır. Türkiye bu süreçte tamamen dışarıda kalırsa uzun vadeli olarak pozisyonunu korumakta zorlanabilir. Harekât başladıktan sonra bitene kadar Türkiye sadece iyi niyetini tekrar eden bir ülke durumunda kalmamalıdır. O nedenle Türkiye'nin çok soğukkanlı bir biçimde NATO içerisindeki ihtimaller de olmak üzere ölçülü inisiyatif almak olasılıklarını değerlendirmesi şarttır. Türkiye daha önce Kore, Kosova, Somali gibi ciddi müdahalelere katılmıştır. Şimdi kritik soru, Libya olayının Kosova'ya mı yoksa Irak'a mı benzediğidir! Türkiye, NATO'nun Sırbistan harekâtına F16 göndermiştir. Bugün Türkiye-Sırbistan ilişkileri çok iyi düzeydedir ve 1999 yılının Sırbistan yöneticileri bizzat Sırbistan tarafından Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne teslim edilmiştir. Aynı soğukkanlı analiz bugün Libya için yapılmak zorundadır. Burada üç temel nokta vardır: 1. Kaddafi son derece zararlı bir liderdir; 2. İç ve bölge kamuoyunda Kaddafi karşıtı bir algı vardır; 3. Türkiye bütün bütün süreçlerden ayrı kalırsa uzun vadede bu hem Libya hem Türkiye için daha zararlı olacaktır.
Kaynak: Zaman