Laikliğin güvencesi demokrasidir

Genelkurmay Başkanlığı'nın 27 Nisan gecesi saat 23.00'te internet sitesinde yaptığı açıklama, özünde, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmemesi için verilen bir muhtıra.
Bunun sonucunda Anayasa Mahkemesi'nin CHP'nin başvurusu lehinde karar vermesi; bu durumda da hükümetin erken genel seçim kararı alması en güçlü olasılık olarak belirmiş bulunuyor.

Muhtıra, Türkiye'de demokratik sürece indirilmiş bir darbe. AB ile üyelik müzakerelerine başlayan, demokratik rejim üzerinde giderek genişleyen bir mutabakata sahip olan Türkiye'nin artık siyasete askeri müdahaleler dönemini geride bıraktığına inanılıyordu. Ne var ki bu muhtıra 21. yüzyılın başında Türkiye'nin, ne yazık ki hâlâ asker üzerinde sivil demokratik denetim kurmayı, dolayısıyla demokrasiyi yerleştirmeyi başaramadığını gösteriyor.

Son haftaların gelişmeleri, sorunlara çözümlerin ancak özgürlükçü ve çoğulcu demokratik düzenin ilkeleri ve kurumları çerçevesinde bulunabileceği anlayışının yalnızca silahlı kuvvetlerde değil, ne yazık ki (sosyal demokrat yaftalı) ana muhalefet partisinde ve toplumun hiç de azımsanmayacak bir kesiminde de benimsenmekten uzak olduğunu gösterdi. Oysa son yarım asırlık tecrübelerimiz, demokratik sürece askeri müdahalelerin sorunları çözmek şöyle dursun artırdığını, halk arasındaki bölünmeleri büyüttüğünü, ülkeye büyük bir bedel ödettiğini herkese göstermiş olmalıydı.

Laiklik inançlara saygı ve eşit muamele gerektirir ve ancak demokratik bir rejim içinde güven altına alınabilir. Türkiye'de laikliğin halkın ezici çoğunluğu tarafından benimsenmesini sağlayan, yasak ve baskılar değil genişleyen özgürlükler ve demokrasidir. Gerçekten laik demokrasiden yana olan yurttaşlar, askerin siyasete karışmasına karşı çıkmalıdır. Ordu halkın saygı ve güvenini ancak siyaset dışında kalarak koruyabilir.

Muhtıraya gelinmesinde, AKP iktidarının basiretsizliğinin de payı var. 1982 anayasası ile demokratik rejim üzerinde kurulan bürokratik vesayetin en önemli kurumu olan Cumhurbaşkanlığı için yapılacak seçimin özenle ele alınması gerektiği belliydi. Demokrasinin güçlendirilmesi, bürokratik vesayetin geriletilmesi için Cumhurbaşkanı seçiminin iktidar ile muhalefet partileri arasında, asker-sivil bürokrasinin hassasiyetlerini de dikkate alan bir mutabakatla yapılmasının, bu mümkün olmuyorsa seçimlerin yenilenmesinin gerekeceği görülüyordu. Hal böyle iken AKP, Cumhurbaşkanlığı seçimini bir parti içi mesele olarak ele aldı. Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı adaylığının toplumca nasıl karşılanacağını görebilmek için son güne kadar bekledi. Sonunda aday olmaktan vazgeçmesi, özveride bulunmasıyla değil doğurduğu tepkileri görmüş olmasıyla ilgiliydi. Erdoğan'ın aday olmaktan vazgeçtikten sonra "düşük profilli" bir AKP'linin aday gösterileceği beklenirken, partinin en tepedeki üç liderinden bir diğeri olan Sayın Gül'ün adaylığında karar kılındı.

CHP ve yandaşlarının AKP'nin tek başına Cumhurbaşkanı seçmesini engellemek için ortaya attığı, üçte ikilik toplantı sayısı gerektiğine dair iddia elbette ki tümüyle uydurmaydı. AKP sözcüleri bu iddianın anayasaya aykırı olduğunu haklı olarak vurguladılar. Ama bu tavırda kararlı bir duruş yerine, son anda 367'yi bulmak için Anavatan Partisi'ne birtakım vaadlerde bulunulmasından, Cem Uzan'ın ayağına gidilmesine kadar uzanan bir "mutabakat arayışı"na tevessül edildi. TBMM Başkanı Bülent Arınç, güya 367'nin bulunduğunu belgelemek için, işi kimi CHP milletvekillerinin iradeleri hilafına toplantıya katıldıklarına dair tutanaklar tutmaya kadar vardırdı.

Muhtıradaki "Ne mutlu Türküm diyene anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır" şeklindeki ifade inanılır gibi değil... Bu ifadenin kendini etnik anlamda Türk saymayan milyonlarca vatandaşımıza karşı çok endişe verici bir tavır alışı; ülkenin bütünlüğüne ve halkın birliğine büyük zarar verecek bir zihniyeti yansıttığına kuşku yok. Bu zihniyet reddedilmelidir.