Önce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bir bildiri yayımladı, ardından Danıştay Başkanlar Kurulu ve sonra da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan zehir zemberek bir açıklamayla yargıyı 'yerini bil'meye davet etti. Dün koroya son anda Meclis Başkanı Köksal Toptan da katıldı, Meclis'in yasama yetkisini hatırlattı.
Siyasi mesaj yönlerini bir kenara koyacak olursanız özde tartışılır gibi yapılan şey lise ikinci sınıf seviyesinde bir konu: Kuvvetler ayrılığı prensibi nedir, bu prensip uyarınca kuvvetlerin yerleri ve yetkileri nelerdir?
Lise çağımda buna yakın münazara konularında tartışmacı olduğumu hatırlıyorum. O zaman kuvvetler ayrılığı ilkesini yeterince bilmediğim için tartışmaları içinden çıkılmaz hale getirmekte üstüme yoktu. Bugün bakıyorum, günümüz tartışmacıları benim lise çağımdaki halimden çok da farklı değiller.
Ama neyse ki onların bir özrü var: 1982 Anayasası.
Anayasa'nın mahkemelerin bağımsızlığını garanti altına alan 138. maddesinin son fıkrası şöyle diyor: "Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez."
Danıştay, türban yasağını savunan bildirisinde bu Anayasa hükmüne gönderme yapıyor, türbanı yasaklayan mahkeme kararları olduğunu hatırlatıyor ve henüz tasavvur halindeki türbanı üniversitede serbest bırakma girişimini 'Mahkeme kararını değiştirme girişimi' olarak algılıyor.
Bu görüşün su götürür çok tarafı olduğunu hemen anladınız herhalde. Bu görüş geçerli olsaydı Türkiye hiçbir zaman af kanunu çıkaramamış, herhangi bir cezada indirim yapamamamış veya bazı suçları suç olmaktan çıkaramamış olurdu. Oysa bunların hepsi yapıldı. Daha da yapılacak. Yasa değişikliği nedeniyle yargılaması süren binlerce, belki on binlerce insanın hakkındaki davalar düştü, ben de iki kez bu durumda kaldım.
Biz yine Anayasamızın garabetlerinden devam edelim. Anayasamızın 153. maddesi Anayasa Mahkemesi'nin kararlarıyla ilgili. Bu maddenin ikinci fıkrasında aynen şöyle deniyor: "Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez."
Gerek Başbakan ve gerekse Meclis Başkanı, sadece türban yasağı konusunda değil başka pek çok konuda da bu fıkrayı ima ederek Anayasa Mahkemesi'ni ve oradan giderek de bütün yargıyı eleştiriyor, Meclis'in yasa koyuculuk görevine sahip çıkıyorlar.
Elbette Meclis'in yasa koyuculuğu tartışılacak bir şey değil ama bu fıkranın varlığı da Anayasa Mahkemesi'nin varlığına aykırı. Anayasa Mahkemesi'nin her kararı, sadece iptal kararları değil parti kapatma kararları da, her zaman yeni bir kural tesisi anlamına gelir. (Mesela Anayasa Mahkemesi, türbana özgürlüğü savunmayı 'laikliğe karşı girişim' olarak niteleyip Fazilet Partisi'ni kapattı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, türbanla ilgili 'muhtıra'sında bu içtihada gönderme yapıyor, 'Sizin hakkınızda da kapatma davası açarım ha' demeye getiriyor.)
Türban konusuna girmeyelim, mesela Sosyal Güvenlik Yasası'nın iptal kararına bakalım. Burada mahkemenin memurlarla ilgili yorumu ve iptal gerekçesi, memurlar lehine yeni bir kural tesisi oldu, Meclis'in memurların özlük hakları ve emeklilikleriyle ilgili kural koyma yetkisi kısıtlanmış oldu.
Kararı beğenirsiniz beğenmezsiniz, bunun tartışmamız açısından önemi yok, önemli olan mahkemenin her kararıyla yeni bir kuralı negatifinden giderek tesis etmiş olduğu gerçeğini kabul etmelisiniz. Bunun aksi mahkemenin varlığına aykırı olurdu.
O bakımdan, kimse kusura bakmasın ama son yapılan tartışmadan zerrece bir şey anlamıyorum. Evet tribünlere mesajlar veriliyor ama bunlar da 'Türk'ün Türk'e propagandası'ndan başka bir işe yaramıyor. Ama bu arada demokrasimiz, yargı kurumlarımız yıpranıyor, ne gam!
Koca bir yeni anayasa yapma tartışmasını türban tartışmasına çevirerek yeni anayasa umutlarını başlamadan bitirmek de bu iktidara kısmet oldu.
Kaynak: Radikal