7 Aralık 2008 tarihli yazıda Kürtlerin dini konusunda son zamanlarda ortaya atılan bir iddiayı ele almış ve IHH'nın yaptırdığı araştırmanın da açıkça gösterdiği üzere Kürtlerin "Zerdüştlük"le bir münasebetlerinin olmadığını; Kürt gençlerinin Hz. Muhammet (s.a.)'den daha çok Zerdüşt ve Hz. İsa'yı benimsedikleri görüşünün hiçbir gerçeklik temeline dayanmadığını; aksine Kürtlerin neredeyse tamamının Müslümanlığı bir din olarak benimsediklerini –bir dine mensup olmayanlar yüzde 0,9- ve Türkiye ortalaması göz önüne alındığında biraz daha yüksek seviyede dini hayatlarını devam ettirdiklerini göstermeye çalışmıştık. Bu yazıda konuya devam edeceğiz.
Kürtlerin dini hayatlarıyla ilgili tekrar edilen diğer bir yanlışlık da, bölgenin neredeyse tamamının aşiret reisleri, şeyh, mele (molla), seyit veya hocaların katı baskıları altında yaşadığı iddiasıdır. Belirtmek gerekir ki, bu iddianın da herhangi tarihsel veya toplumsal temeli yoktur; Türk modernleştirici eliti, batılı sosyal bilimlerden devşirdiği oryantalist bir bakışla bu yargıya varmaktadır.
Bölgenin tarihsel dokusunda aşiret reisi, belli bir topluluğa mensup olan küçük bir insan grubunu koruyan bir 'baba' hükmündedir, yozlaşmadığı zamanlarda aşiret korunaklı bir alandır. Ulaşım ve iletişim teknolojisinin gelişmediği, belli başlı büyük yerleşim merkezleriyle irtibatın zayıf olduğu, geçim kaynaklarının büyük ölçüde tarıma, yani toprağa bağlı faaliyete bağlı olduğu dönemlerde, topluluk hayatının sürmesini sağlayan organizasyon ihtiyacı tabii ki şu veya bu formdaki reisliği zorunlu kılacaktır. Aşiret reisi, bey, şeyh veya hoca tabii toplumsal bir ihtiyacın ürünü olarak teşekkül eder. Şeyh, hoca veya medrese alimi (mele), sosyal kontrol mekanizmasını sürdürür, toplumsal hayatın belli bir düzen ve dirlik içinde sürmesini temin eder. Ancak son bir yüzyılda bu sistemin –hem aşiret hem dini hayat- ciddi bir bozulmaya, hatta yozlaşmaya uğradığını söylemek mümkün. Böyle iken, Kürtlerin yaşadığı bölgenin kaskatı bir aşiret yapısı ve din adamlarının (hoca ve şeyhler) baskısı altında yaşadığı iddia edilemez.
Nitekim bölgenin ağır bir biçimde "din adamı ve şeyh/şıh baskısı" altında olduğunu iddia edenleri doğrulamayan bir veri, söz konusu araştırmada "günlük hayatında bir sorunla karşılaştığında ilk olarak müftüye gidenler"in yüzde 0,8, "Şeyh/şıha gidenler"in de yüzde 0,6 olarak çıkmasıdır. Ki ayrıca fıkhi bir sorun için insanların kolaylıkla ve tabii olarak bir müftüye veya dini bilgilerine güvendikleri bir şeyhe gidebileceklerini göz önüne almak gerekir. Dini bilgi ve manevi eğitimde önem verilen otoritenin, sosyal baskı unsuru olarak görülmesi modernleştirici sosyolojinin yanılgılarından birine işaret eder.
"Feodalite ve aşiret baskısı"nı belirleyici faktör gösterenler, gelişmenin bu yüzden sağlanamadığını öne sürmektedirler. Oysa bölge halkı çok açık biçimde daha çok eğitim, demokratikleşme ve daha yüksek kalitede sağlık hizmeti talep etmektedir. Mesela ailelerin yüzde 91'i 15 yaşından küçük çocuklarına aşılarını yaptırdıklarını söylemektedirler. Yüzde 87,8'i de "siyasi tercihlerini özgürce yaptıklarını" beyan etmektedirler. Açık ki, köyden kente süren göçe paralel olarak bireysel siyasi tercihlerde artış sağlanmaktadır.
Türkiye'nin diğer bölgelerine paralel olarak –ama kuşkusuz özel maddi ve toplumsal şartlar dolayısıyla biraz daha ağır olmak üzere- bölge insanlarının giderek grup veya küme iradesinden bireysel tercih ve şahsi kararlar sonucunda teşekkül eden irade yönünde bir değişim gösterdiğini ortaya koyan başka bir husus, 1969'dan bu yana Milli Görüş partilerine oy verenler ağırlıklı olarak bölgenin ilçe ve illerinde yaşayanlar olmasıdır. Köy veya mezra ortamında siyasi tercih bireysel olmadığından oylar blok halinde şu veya bu partiye gidebilmektedir. Burada aşiretin genel çıkarı, pazarlık gücü veya içinden birini siyasi temsil için öne çıkarması gibi sebepler belirleyici rol oynamaktadır. Ama bunu da garipsememek lazım. Zira gelişmiş kent ortamında dahi, neredeyse baskı veya çıkar gruplarının tamamı, şu veya bu siyasi partiyle sahip oldukları oyların toplamı üzerinden pazarlık yapabilmektedirler; kimse bunun antidemokratik olduğunu iddia etmeyi aklından geçirmiyor. Keza, her seçim döneminde birtakım dernekler ve kuruluşlar tamamen "mezhep" temelinde Alevilerin oylarını gündeme getirebilmektedir.