Kürt sorununda niye bir fırsat var?

PKK saldırılarının ve terör eylemlerinin devam etmekte olmasına rağmen, 22 Temmuz seçimlerinden bu yana Kürt sorununun çözümü için bir fırsat yakalandığı görüşü ve beklentisi hayli yayıldı. Neden? Ve ne kadar gerçekçi?
Belki ilk fırsat bu değildi. Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal sorunun farklı boyutlarını ve yapılması gerekenleri bilen, gerekli cesareti gösterebilecek nitelikte bir liderdi. Ne var ki, elini tutanlar çoktu ve zaten ömrü de vefa etmedi. Denebilir ki bir fırsat da 1999'da PKK lideri Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra doğdu. Ne var ki o sıra Türkiye bu fırsatı değerlendirebilecek liderlikten tümüyle yoksundu. 22 Temmuz seçimlerinden sonra çözüm beklentisinin, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde yeşermesinin nedenlerini ise şöyle sıralayabiliriz:

AB'ye katılım süreciyle birlikte iç konjonktür önemli ölçüde değişti. 2001 - 2004 arasında, özellikle AKP iktidarı altında (ve askeri otoritenin desteğiyle) yapılan anayasa ve yasa değişiklikleriyle Kürt kimliği resmen tanındı. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 2005 Ağustos'unda Diyarbakır'a giderek, geçmişte yapılan hataların yok sayılamayacağını, Kürt sorununun daha fazla demokrasi, özgürlük ve refahla çözüleceğini söylemesi, iktidar partisi içinde Kürt sorununa bir demokrasi sorunu olarak bakanların ağır bastığının belki en açık ifadesiydi.

Ne var ki, asker-sivil bürokrasi içinde AKP iktidarının laiklik anlayışına olduğu kadar kimlik politikaları konusundaki yaklaşımına da muhalefet yaygındı. Bu muhalefet geçen yılki cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla zirveye tırmandı. 27 Nisan'da Genelkurmay Başkanlığı'nın yaptığı basın açıklaması (e-muhtıra) şöyle bitiyordu: "Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün, 'Ne mutlu Türküm diyene!' anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır."

Cumhurbaşkanlığı krizinin tetiklediği 22 Temmuz 2007 erken seçiminde AKP yalnızca ülke çapında % 47 oy almakla kalmadı, Kürt çoğunluklu Güneydoğu illerinde oyunu katlayarak artırdı; bir hesaplamaya göre % 55 dolayında oy aldı. AKP'nin Kürt çoğunluklu bölgedeki başarısı büyük ölçüde demokratikleşme yönünde atılan adımların ve bölgeye yapılan yatırımların sonucuydu. Seçim sonucunda AKP, hem kendini Türk sayanların hem de Kürt sayanların başat partisi, ülkeyi bütünleştiren parti olarak temayüz etti. 22 Temmuz'un başka bir önemli sonucu, TBMM'nin temsil yeteneğinin büyük ölçüde güçlenmesi oldu. Türkiye Kürtlerini temsil etme iddiasında olan DTP, seçim barajını bağımsız adaylar aracılığıyla aşarak parlamentoya girdi ve görüşlerini TBMM çatısı altında duyurmaya başladı.

1999 sonrası Türkiyesi'nin iç siyasi konjonktüründeki belki en önemli değişiklik ise, PKK'nın (belki en çok Kürtlere karşı ve kendi mensuplarına karşı terör uygulayan bir şiddet örgütü olarak) gerçek yüzünün Kürtler arasında da giderek daha iyi anlaşılması ve örgütün Kürt çoğunluklu bölgedeki nüfuzunun gittikçe gerilemesi oldu. (PKK'nın gerçek yüzünün anlaşılmasında, Öcalan'ın yakalanması ve devletin hizmetinde olduğunu açıklamasından sonra örgütten kopan militanların yaptıkları açıklamalar önemli rol oynadı.)

22 Temmuz seçimlerinin başka bir dolaylı sonucu da, sivil otorite ile askerî otorite arasındaki ilişkilerin normalleşme eğilimine girmesi oldu. Askerî otorite, AKP'nin demokratik meşruiyetini kabullenmek durumunda kaldı. 12 Eylül askerî yönetiminin başı dahil bazı eski komutanların, Kürt dili ve kimliği üzerindeki yasak ve baskıların bir hata olduğunu kabul etmeleri ise, sivil ve askerî otoritenin Kürt sorununa yalnızca güvenlik boyutuyla değil, siyasî, ekonomik ve uluslararası boyutlarını da kapsayan yeni bir yaklaşım üzerinde anlaşabileceği izlenimini doğurdu. Anamuhalefet partisi, "ulusalcı" CHP dahi, kendini yeni yaklaşıma uydurma ihtiyacı duymaya başladı.

Gelecek yazıda değişen dış siyasi toplu durum ile devam edeceğim.
 
Kaynak: Zaman