Cumhurbaşkanının geçen Mart ayında söylediği 'Kürt sorununda iyi şeyler olacak' sözünden bu yana, herkes Kürt sorununun çözümü konusunda iyimser bir bekleyiş içine girmiş bulunuyor. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, aradan geçen yaklaşık dört ayda bu konuda elle tutulur bir adım atılmış değil.
Ancak, PKK lideri Öcalan'ın Kürt sorununun çözümüne yönelik bir plan açıklayacağına ilişkin haberlerden sonra, şimdi de Başbakanın hükümetin 'Kürt açılımı'yla ilgili hazırlıklarını tamamlamakta olduğunun işaretini vermesi ümitleri yeniden tazeledi. Medyada çıkan kimi haber ve yorumlardan, hükümetin Kürt açılımının en başta PKK'lıların 'dağdan indirilmesi'ni sağlayacak tedbirlerle başlayacağı anlaşılıyor.
PKK'nın siláh bırakmasını temine dönük girişimler şüphesiz önemlidir. Bu sağlanabilirse, maalesef son çeyrek asırdır izlenen yanlış ve baskıcı siyasetlerin de etkisiyle meydana gelen hadsiz hesapsız ölümler ve sayısız dramlar artık yavaş yavaş bitecek, 'yaralar sarılacak' demektir. Esasen böyle bir onarım süreci olmadan Türkiye'de toplumsal barışı tesis etmek de mümkün değildir. Keza, güneydoğuda 'sıcak savaş'ın bitmesi 'Fırat'ın doğusu'ndaki Ergenekonvari uygulamaların zeminini de büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.
Ne var ki, bu yönde atılacak adımlar Kürt sorununda bir yumuşama sağlayabilirse de, bu kesinlikle nihai çözüm değildir. Çünkü, 'Kürt sorunu', şüphe yok ki, terör sorunundan ibaret değildir. Hatta bu, hükümetin ve kısmen 'Devlet'in düşünür göründüğü gibi, 'iktisadi ve sosyal geri kalmışlık' sorunundan ibaret de değildir.
Nedeni basit: Kürt meselesinin, çözümü pek de kolay olmayan 'kimlik bilinci'yle ilgili bir boyutu var. Bir toplulukta farklılık bilinci şöyle veya böyle bir kere yükseldi mi, onu geri döndürmek mümkün değildir. Besbelli ki, bugünkü durumda Kürtlerin büyükçe bir kısmı kendilerini ayrı bir halk olarak görüyor ve bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti'ni eşit yurttaşlık temelinde bir siyasi birlik olarak değil de 'Türklerin devleti' olarak algılıyor.
Üstelik, bu bilince Türkiye Kürtlerinin 'Devlet' karşısındaki tarihsel tecrübesinin pekiştirdiği bir 'bilinçli olarak zulme uğratılmışlık' duygusu da eşlik ediyor. Böylesine 'yaralı bir bilinç'in onarılması hiç de kolay değildir ve bunun bugünden yarına gerçekleşmesini de kimse beklememelidir.
Ama yine de bu 'manevi onarım' sürecine çeşitli şekillerde katkı sağlamak mümkün görünüyor. Bunların başında, 'Devlet'in Kürt kimliğini açıkça tanıması ve şimdiye kadar Kürtlere reva gördüğü baskılardan dolayı kamu önünde özür dilemesi gelmektedir. Bu arada, 'açılım' sürecinde alınacak tedbirler de bu anlayışa uygun olarak yürütülmelidir. Devlet Kürtlerin yaralarını sarmalı, mağduriyetlerini gidermeli, onlara yapılan zulmü maddi olarak da teláfi etmelidir. Bunun somut olarak ne anlama geldiğini herkes biliyor.
Burada sözünü ettiğim 'tanıma'nın anayasal-hukuki bir boyutunun olup olmayacağı ayrı bir sorundur. Aslına bakılırsa, böyle bir tanıma olmasa da hukuken yapılabilecek şeyler var. Bu sorun, her şeyden önce, Türkiye'nin demokratik yoldan yeni bir anayasa yapmasını gerektiriyor. Bu anayasayı, 'kimlik', yurttaşlık', eğitim ve kültürel ifade konularında -yürürlükteki anayasanın tersine- hakim kimliğin (Türklüğün) etnik rengine büründürmekten kaçınmamız şarttır. Böyle bir anayasa, kimliklerin adlarını vermeksizin de, hem kültürel çeşitliliği hem de bunun gerektirdiği kültürel hakları tanıyabilir. Bu konuda Avrupa Konseyi çerçevesinde yürürlüğe girmiş olan iki sözleşme bize ışık tutabilir.
Nihayet, 'Kürt açılımı'nın seçim ve siyasi partiler mevzuatının yenilenmesini ve yerel yönetimlerin özerkliğini de tanıyan idari bir reformu da içermesi gerekir. Bu çerçevede, il ve ilçelerin idari yapısındaki ikiliği de ortadan kaldırarak, seçilmiş olmayan devlet görevlilerini bu idari birimlerin patronu olmaktan çıkarmalıyız.
Kaynak: Star