Türkiye'nin Kürt sorununun asıl kaynağı resmî milliyetçilik ve "laiklik" politikalarıdır. Esasen bunlar modern ulus devletin iki temel ideolojik ayağını oluşturmaktadır. Bu özelliğiyle ulus-devlet modeli çeşitlilik, kimlik ve farklılık sorunlarıyla baş etmeye hiç de elverişli değildir; aksine, bu sorunların kaynağı tam da bu modelin kendisidir.
Kürt sorunu Türkiye'nin bugün karşı karşıya bulunduğu belki de en temel sorundur. Bu sorunun tarihi, başka birçok benzerleri gibi, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarına kadar geri gitmektedir. Kürt sorununun hiç şüphesiz ciddiyetle ele alınması gereken nedenleri vardır ve bunları anlamadan sorunun çözülmesi mümkün değildir. Bunları iyi teşhis etmek, ayrıca, gelecekte benzer sorunlarla karşılaşma riskimizi de azaltabilir. Onun için, önce Kürt sorununun teşhisiyle ilgili iki yanlışa dikkat çekmek istiyorum.
Bu yanlışların ilki, Kürt sorununun, özünde bir "terör" sorunu olduğu anlayışıdır. Esas olarak, "devlet" adına konuşan ve hareket edenlerin benimsedikleri bu görüş, "sivil" kesimde de devletçi ve milliyetçi kesimler tarafından onaylanmaktadır. Oysa, bu meselenin terörle ilgili bir yanı bulunduğu doğru olmakla beraber, meselenin özü bu değildir. Onun için, PKK terörü bir şekilde sona erdirilse bile başka tedbirlere başvurulmadığı sürece, Kürt sorunu varlığını sürdürecektir. Ayrıca, meseleyi böyle görmek hem çözümü imkânsızlaştırır hem de terörün bastırılması adına münhasıran inzibatî tedbirlere başvurmayı veya bunları sürdürmeyi ön plana çıkarır, çıkarmaktadır. Bu ise sorunun içinden çıkılmaz hale gelmesine yol açmaktadır.
Sorunun teşhisiyle ilgili ikinci yanlış, onun "Güneydoğu sorunu" olarak adlandırılmasında kendisini göstermektedir. Bu ifade, hiç değilse ortada toplumsal bir sorun olduğunu ima etmesi bakımından daha isabetli olmakla beraber, yine de özünde milliyetçi bir bakışın ürünüdür. Yani, bölgenin adına "Kürt" sözünü telâffuz etmemek için atıfta bulunulmaktadır. Oysa, mesele tam da "Kürt kimliği"yle ilgilidir ve nominalist yaklaşım artık bu gerçeği örtemez.
Kürt sorunu üstünde iyi niyetli olarak düşünenler genellikle bu sorunun sosyo-ekonomik nedenlerine dikkat çekiyor ve bu teşhisle uyumlu çözüm yolları öneriyorlar. Oysa ben Kürt sorununun asıl nedeninin sosyo-ekonomik değil "özgürlük"le ve "kimliklere saygı" talebiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Sosyo-ekonomik nedenler belki Kürtlerin durumunu daha da zorlaştırıyor ve onların sorunu daha yoğun olarak hissetmelerine yol açıyordur; ama kesinlikle bu, sorunun temel nedeni değildir. Esasen, aşağı yukarı benzer sosyo-ekonomik sorunlar Türkiye'nin başka bölgelerinde de yaşanmaktadır. Kaldı ki, Batı dünyasındaki kimi tecrübelerin de gösterdiği gibi, refahın artmasının özgürlük ve özellikle de kimlik taleplerini ortadan kaldıracağının bir garantisi yoktur. Tabiî, bununla bölgenin ekonomi ve refah sorunlarına kayıtsız kalınmasını öneriyor değilim; anlatmak istediğim, bu konularda sağlanacak bir ferahlamanın Kürt sorununun çözümü demek olmadığının farkında olmamızdır.
Sorunun yapısal nedenleri
Kanaatimce, Türkiye'nin öteden beri bir Kürt sorunu olmasının temel nedeni, kuruluşundan birkaç yıl sonra Cumhuriyet'in ideolojik bir dönüşüm geçirerek, Millî Mücadele döneminde hakim olan birleştirici bir yurtseverlikten etnik milliyetçiliğe geçmiş olması ve bu siyasetin daha sonra da devam ettirilmesidir. Resmî milliyetçiliğin ana davası Türk kimliği odaklı bir "ulus-devlet" projesini gerçekleştirmek ve onu bu haliyle sonsuza kadar yaşatmak olmuştur. Bu amaç, devleti, etnik yanı ağır basan bir "Türk ulusu" yaratmak üzere Türkiye'deki farklı kimlikleri dışlama ve bütün bir toplumu mütecanis ve kaynaşık bir kitleye dönüştürme arayışına itmiştir.
Esasen modern devletler esas olarak "ulus" temelinde kurulmuş olan devletlerdir. Uluslar ise hiçbir yerde verili gerçeklikler olmayıp devletlerce şu veya bu ölçüde inşa edilmiş kolektif kimliklerdir. Bu inşa süreci devletin egemenlik alanındaki bütün halkların ve toplulukların etnik ve kültürel bakımdan homojenleştirilmesini zorunlu kılmıştır. Modern ulus devletin bu özelliğinin, toplumun çoğunluğundan etnik, kültürel veya dinî olarak farklılaşan topluluklar için bir dezavantaj oluşturduğu açıktır. Bu durum, tabiatıyla söz konusu grup veya topluluklarda genel toplumdan farklı olduklarına dair bir kimlik bilinci yaratmış veya zaten var olan bu bilinci pekiştirmiştir.
Böyle bir politikanın, başkaları yanında, Kürt kimliğinin de reddedilmesi anlamına geleceği açıktı. Nitekim, tek partili Cumhuriyet yılları Kürt kimliğinin genelde yok sayıldığı, zaman zaman da baskı altına alındığı bir dönem olmuştur. Gerçi 1946'dan itibaren çok partili kısmî demokratik siyasete geçilmesiyle birlikte Kürtler üzerindeki baskı azalmaya başlamıştır; ama Kürt kimliğini yok sayma politikası özünde aynı kalmıştır. Bu durumun, kendilerini yeni Türkiye'nin iki kurucu unsurundan biri olarak gören Kürtlerde bir gücenme veya incinme duygusu yaratmış olması anlaşılabilir bir durumdur.
Öte yandan, yaratılmaya çalışılan bu yeni Türk kimliği laik bir nitelik de taşıyacaktı. Böylelikle, Millî Mücadele yıllarında Türklerle Kürtleri ortak yurtseverlik ekseninde kaderlerini birleştirmeye götürmüş olan bağlardan biri daha, tamamen kopmasa da, büyük ölçüde zayıflamıştır. Dinî referansı devre dışı bırakan bir siyasetin, bunun yarattığı "boşluğu" Türk ulus-devleti ve sivil yurttaşlık odaklı bir ethosla doldurması da mümkün olmamıştır. Çünkü, kimlik bilincine sahip bir topluluğun gözünde "Türk devleti" vurgusu açıkça taraflı bir duruş oluşturuyordu. Ayrıca, sivil yurttaşlık moralitesi ancak özgürlük ve eşitliğe dayalı katılımcı bir demokratik sistem içinde kök salabilirdi. Oysa, tek-partili bir rejim buna elverişli olmadığı gibi, çok-partili dönemde de ancak kısmî bir demokratikleşmeye izin verilmiştir.
Kürt sorununun başka bir nedeni de baskıdır. Baskıcılık bütün toplumlarda uyum sorunları yaratır. Türkiye'de de polis, jandarma ve tahsildar baskısı, kamu görevlilerinin halka karşı anlayışsızlık ve suistimalleri, kamu düzenini sağlamada hak ve hukukun gözetilmemesi ve aşırı güç kullanılması, adaletsiz yargılamalar ve hak arama yollarındaki tıkanıklıklar, dernek ve parti örgütlenmesinin yasak veya son derece kısıtlı olması gibi baskı uygulamaları özellikle tek-parti döneminin karakteristikleri arasındadır. Toplum üstündeki bu genel baskıyı Kürtler şüphesiz daha yoğun olarak hissetmişlerdir. Kürt isyanlarının bastırılmasında ve sonrasında aşırı şiddet kullanıldığı ve adil yargılama ilkesinin gözetilmediği hissi veya kanaati bugün Kürtler arasında yaygındır. Öte yandan, genel olarak kamu idaresinin yapılanmasındaki aşırı merkeziyetçilik de Kürtlerin entegrasyonunda sorunlar yaratmıştır. Merkeziyetçilik, ülke düzeyinde, yerel halkın kendi ortak meselelerini kendi inisiyatifi ile kararlaştırıp sevk ve idare etmesine zemin oluşturacak sahici anlamda "yerel yönetim" birimleri oluşturulmasını engellemiştir. Bu durum, son yıllardaki demokratikleşme çabalarına rağmen hâlâ esaslı olarak değişmiş değildir. Sahici anlamda yerel yönetim kademelerinden yoksunluk elbette Türkiye toplumunun bütünü için bir sorundur; ama bu özellikle farklı kimlik grupları bakımından çok daha ciddi bir mahrumiyet olarak ortaya çıkmıştır.
Temsil eksikliği, sorunu daha da derinleştirdi
Nihayet, 12 Eylül döneminin Kürt kimliğini aşağılamaya ve kaba şiddete dayanan politikalarının Kürt sorununun akut hale gelmesine ve daha da yoğun olarak hissedilmesine katkı yapmış olduğunu da hatırlamalıyız. Esasen, öteden beri militarist zihniyet ve şiddete dayalı yöntemler, bu yola başvuranların sandığı gibi Kürtlerdeki kimlik bilincini azaltmak şöyle dursun, tam tersine onu güçlendirmeye ve Kürt sorununu azdırmaya hizmet etmiştir.
Siyasî temsil de Türkiye'deki Kürtlerin baştan beri en büyük sorunlarından biri olmuştur. Gerçi her dönemde Parlamento'da "Kürt kökenli" milletvekilleri bulunmuştur; ama Kürtler Kürt olarak değil fakat; ancak Türk gibi olarak veya öyle hissederek temsil edilme şansına sahip olmuşlardır. Bu arada, "Kürt kökenli" milletvekilleri "rejim"le uyum sağladıkları veya "merkez"le özdeşleştikleri ölçüde sistem tarafından benimsendikleri ve takdir gördükleri için, bunlar Kürtlere ve Kürtlüğe özgü sorunları kamusal alana taşımaya genellikle yanaşmamış veya cesaret edememişlerdir. Bu durumun Kürt vatandaşların ruh dünyasında derin bir yara açtığını ve sistemin meşruluğuna darbe vurduğunu fark etmek zor olmasa gerektir. Genel seçimlerde uygulanan % 10 barajı da uzun süre bu temsil eksiğinin devamına yaramıştır. Bu bakımdan, 22 Temmuz seçimlerinde DTP'lilerin bağımsız adaylar olarak Parlamento'ya girebilmiş olmalarına şans nazarıyla bakmak gerekir.
Türkiye'de devlet seçkinleri şu hayatî gerçeği anlamak istemiyorlar: Özellikle küreselleşmenin ve eski Sovyet dünyasının çözülmesinin etkisiyle bütün dünyada ulus devletler içindeki azınlıkların ve etnik grupların farklılık bilinci daha da belirginleşmiştir. Küreselleşme toplumlar arasındaki iletişim ve etkileşimi ulus devletler tarafından kontrol edilemeyecek ölçüde artırmış ve çeşitlendirmiştir. Böylelikle, küreselleşmenin sınırları aşan etkisi de kimlik bilincinin dünya ölçeğinde hızla yaygınlaşmasını kolaylaştırmıştır. Bu durum Batı'nın liberal demokrasilerinde de kimlik temelli politik arayışların ortaya çıkmasını hızlandırmıştır. Liberal demokrasiler bu "meydan okuma"ya, genellikle devlet yapılarını daha da adem-i merkezî hale getirmek -bu arada azınlıklara ve etnik gruplara coğrafî veya fonksiyonel özerklik tanımak- ve/veya sistemlerine çok-kültürcü kurumları dahil etmek suretiyle cevap vermişlerdir. Esasen bu süreç hâlihazırda devam etmektedir.
Kimlik bilincinin yükselmesine katkıda bulunan bu etkinin Türkiye'nin geleneksel Kürt sorununa yansıması, devletin baskıcılığına ilişkin olarak öteden beri yapılagelen şikâyetlerin bu sefer Kürt kimliği etrafında daha belirgin olarak kendini göstermesi ve örgütlü Kürt hareketlerinin ortaya çıkması şeklinde olmuştur. Nitekim 1990'lardan itibaren Kürt etnik kimliğini temel alan siyasî partiler kurulmuş ve buna paralel olarak "kültürel haklar" talebi yüksek sesle dile getirilmeye başlamıştır. Bu o kadar ateşli bir kimlik bilincidir ki, Kürtlerin önemli bir kesimi terörist yöntemlerle de olsa "Kürt davası"na dikkatleri çektiği düşüncesiyle PKK'yı ya el altından desteklemiş veya en azından ona karşı tavır almaktan kaçınmıştır.
Son yıllarda Kuzey Irak'taki gelişmeler de Türkiye'deki Kürtlerin kendilerini genel toplumun çoğunluğundan farklı bir kimlik -hadi açıkça söyleyelim, ayrı bir "halk"- olarak algılamaları sürecini hızlandırmıştır. Nitekim, Türkiye'nin Kürt vatandaşları bugün Kuzey Irak'ta oluşan özerk Kürt yönetimine sempatiyle bakıyor ve hatta kendi geleceklerini Kürt halklarının genel kaderiyle ilişkilendiriyorlar. Bu algının artık neredeyse geri döndürülemez bir noktaya gelmesinde şüphesiz, Türkiye'nin Kuzey Irak'la ilgili resmî politikasının, akıl almaz bir şekilde, esas olarak Kürt karşıtı bir temelde yürütülüyor olmasının büyük bir etkisi vardır.
Ana nedenler: Laiklik ve resmî milliyetçilik
Sonuç olarak tekrar belirtmek gerekirse, Türkiye'nin Kürt sorununun asıl kaynağı resmî milliyetçilik ve "laiklik" politikalarıdır. Esasen bunlar modern ulus devletin iki temel ideolojik ayağını oluşturmaktadır. Bu özelliğiyle ulus-devlet modeli çeşitlilik, kimlik ve farklılık sorunlarıyla baş etmeye hiç de elverişli değildir; aksine, bu sorunların kaynağı tam da bu modelin kendisidir. Olguları yanlış yorumlamayalım: Batı demokrasilerinde bu problemin bize göre daha az göze batmasını ve bir ölçüde üstesinden gelinebilmesini sağlayan şey, onların ulus-devletçi paradigmanın öncüllerini çoktandır sorgulamaya başlamış ve bunun gereğini yapmaya yönelmiş olmalarıdır.
"Kürt sorununun çözümü"ne gelince: İtiraf edeyim ki, bu konuda şöyle maddeler halinde sıralanacak somut bir reçetem yok. Ama başta da belirttiğim gibi, eğer toplumsal meselelerde sorunun nedenlerini doğru teşhis etmek çözümün de anahtarıysa, o zaman Kürt sorununun çözümüne ilişkin olarak benden beklenebilecek öneriler o nedenlerin anlatımında saklıdır. Esasen, bu safhaya geldikten sonra Kürt sorununun bugünden yarına nihaî bir çözümü olduğunu da sanmıyorum. Çünkü bu meselede bugüne kadar yapılan resmî hataların tamir ve telâfisi öyle kolay bir iş değildir. Bu sorunun -eğer varsa- çözümü özgürlük ve demokrasidedir ki bu da Türkiye gibi bir ülkede, maalesef, kısa vadede üstesinden gelinebilecek bir mesele gibi görünmüyor.
Kaynak: Zaman