Samanyolu TV'deki Ayna programında önceki akşam Malawi anlatılıyordu. Yüzölçümü 130.000 km2, nüfusu 13 milyon civarında olan bu Afrika ülkesi, İngilizlerin sömürgesi iken yarım asır önce güya hürriyetini elde etmiş.
Halkın % 80'i olabildiğince fakir, % 20'si ise oldukça zengin. İngilizler, ülkenin bütün yeraltı-yerüstü servetlerini İngiltere'ye aktarmış ve Malawi'ye hiç yatırım yapmamışlar. Dillerini halka kabul ettirdikleri gibi, şu anda ülkede bulunan dört büyük çay işletmesi de hâlâ onların elinde. Nüfusun % 10'unun bir şekilde AIDS'e maruz olduğu Malawi'de sadece 190 doktor var.
Bu manzara, aslında dünyanın genel manzarası. Küremizin bütün yeraltı-yerüstü servetlerini % 20'lik zengin bir nüfus sömürüyor; kalan % 80, bunlar için çalışıyor. Anglo-Saksonlar, sömürgeleştirdikleri ülkelerde yerlilerden idareler kurdular; giderken de yine benzer idareleri bıraktılar ve bütün bu ülkeler, üstü kapalı sömürge olmaya devam etti ve ediyor. Özellikle küreselleşme, bu tarz sömürgeciliği daha da artırdı. Taha Kıvanç'ın New York Times'ın pazar ekinden aktardığına göre, IMF bütçesinin % 60'ını, Türkiye'nin bu kuruluştan aldığı krediler karşısında ödediği faiz karşılıyor. Belki, aldığımız krediden fazla faiz ödüyoruz. Niçin? Çünkü, borsa göstergelerine bağlanmış ekonomi, siyasî tablo ve spekülatif ölçümler üzerinde yürüyor. Borsada dönen sıcak paranın % 70'ten fazlası yabancı para; çekilivermesi korkunç kriz demek. Ayrıca, ekonomimize not veren kuruluşlar da dünya egemenlerine ait.
Dünyanın % 80'ini oluşturan fakir halklardan zenginlerin cebine 2006 yılında 784 milyar dolar akmış; bu, 2007'de 1 trilyon dolar olacakmış. Başta ABD olmak üzere, Batı bankalarında Araplara ait 1-1,5 trilyon petro-dolar yatıyor. Forbes'in dünya zenginleri listesinde Türkiye'den 25 dolar milyarderi var; oysa, dünyanın en büyük 500 şirketi içinde 14 şirketi bulunan Hollanda'da, benzer ekonomiye sahip Fransa'da, yüzlerce dev şirkete sahip Japonya'da bu kadar dolar milyarderi yok. Onların şirketleri, ülkeleri zengin. Bizim gibi ülkelerdeki zenginlerin şirketleri ise daha çok onların şirketlerine acentelik yaparak kazanıyor ve kazanan da şirketlerin sahipleri oluyor. Bu ekonominin bir diğer neticesi, en zenginlerimiz ile en fakirlerimiz arasında korkunç gelir farkı olduğu gibi, bölgeler arasındaki farklılık da sürekli artıyor. Rıfat Dağ'ın, 1800'lerden Günümüze Doğu Ekonomisi'nde kaydettiğine göre, Osmanlı Devleti'nin yıkılma merhalesine geldiği 1907 yılında bile Doğu-Güneydoğu ile Ege arasındaki kişi başına düşen gelir miktarı arasında yaklaşık 1,5 kat, İstanbul'la arasında 2 kat fark varken, 1989 yılı rakamlarına göre bu bölge ile Marmara arasındaki fark 3,4, şimdilerde ise çok daha fazladır.
Clinton, ABD başkanlığını Bush'a devrettikten sonra İngiltere Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada, ülkesinin başını çektiği medeniyetin manzarasını şöyle ortaya koyuyordu: Dünya nüfusunun yarısı (3 milyar insan) günde 2 dolarla, 1 milyar insan ise 1 dolarla yaşıyor. 1 milyar insan ise aç. 1,5 milyar, temiz içme suyundan yoksun. 2002 yılında ölen 4 insandan 1'i AIDS, sıtma gibi enfeksiyonlardan öldü. Bunların çoğu çocuk. Birkaç yıl içinde 100 milyon AIDS'li olacak. ABD, sadece Afganistan'ı işgal altında tutmak için yılda 12 milyar dolardan fazla harcıyor. Oysa bu para, dünyadaki açlık, hastalık gibi dertleri büyük ölçüde azaltacak bir miktar.
Bakmayın, hakkında karar mercilerince çoktan karar verilmiş bir seçim için Türkiye'de, ülkenin şu en kritik zamanında yeri göğü inletenlere; küreselleşmeye, Amerika'ya karşı çıkar görünenlere. Aslında, iç ve dış bütün ana meselelerinde ülkenin elini zayıflatıyor ve sistemin sahiplerine sürekli malzeme taşıyorlar. Onlar, sözünü ettiğimiz aslî gerçeklere hiç temas etmezler; "kahramanlık" şovlarıyla aslında o gerçekleri gizliyorlar. Sistem, araba gibi, gaz-pedal dengesiyle gidiyor. Onların Malawi'den haberleri bile yoktur; düşmanlıkları da, Malawi'ye de bir okulla olsun el uzatan gariplere ve garipliklerinedir.