Yarım asır önce yakıldığı söylenen Mehmet Akif'in Kur'an meali bu günlerde kısmen yayınlandı. Bu şekilde yakın tarihimizin hüzünlü bir hikayesi daha nihayete ermiş oluyor. İstiklal Marşı şairine yaşatılan onca zulüm ve haksızlıktan sonra, bu anlamlı bir gelişmedir.
Genelde tercüme, özelde Kur'an tercümesi, yakın tarihimizin önemli konuları arasında yer almıştır. Tercüme Odası, Osmanlı'da modernleşme serüveninin bir uzantısıdır. Yüzyıllar boyunca başka dillerden nice eserler Osmanlı Türkçesine elbette tercüme edilmişti. Ne var ki İbni Batuta Seyahatnamesi'nin Arapça'dan Türkçeye kazandırılmasıyla, Cimri (Molier)'nin Türkçeye kazandırılması arasında temelden bir fark söz konusudur. Modernleşme sürecine giren Osmanlı devletinde Batı dillerinden yapılan tercümeler, hem kültürel, hem siyasal bir anlam taşıyordu. Bu nedenle o zamanın tercüme hareketini ister istemez Tanzimat süreciyle ilişkilendirmek zorundayız. Sosyal ve kültürel taleplere bir cevap değil, aksine "talep toplamaya" dönük, yukarıdan aşağıya bir projenin ürünüdür. Bu anlamda Cumhuriyet devrindeki büyük hamle, Hasan Ali Yücel zamanına rastlar.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yapılan toplum mühendisliği çalışmaları kapsamında dil ve tercümeye de büyük önem verildi. Amaç kuşkusuz toplumun geçmişle, gelenekle ilişkisini koparmaktı. En etkili çalışma ise başta ezan olmak üzere ibadetlerin Türkçeleştirilmesi girişimleriydi. Girişim diyorum, çünkü ibadet edenler buna başından itibaren tepki gösterdi. CHP'nin siyasi kariyerini belki günümüze kadar bu tepki belirlemiştir. Fakat bu ülkede DP'nin iktidara gelmesine kadar, 50'li yıllara kadar ezan Türkçe okutuldu, dini eğitim kısıtlandı, geleneksel sivil toplum örgütleri (vakıflar, tekkeler vs.) kaldırıldı, onların yerine Sovyetlerden etkilenerek Halkevleri yerleştirilmeye çalışıldı. Dedelerimizin anıları o karanlık yıllarda yaşanan zulümler ve aynı zamanda günümüzde gayet komik gelen olaylarla doludur. Burada Ali Ulvi Kurucu'nun hatıratını tavsiye edebilirim.
Yıl 1925; Takrir-i Sükun, İstiklal Marşı şairini de susturuyor. Sebilürreşad kapatılıyor. Mehmet Akif, gelişmelerden son derece üzgün, ülkesinden ayrılmıştır. Mısır ona kucak açmıştır. O zaman Mısır, bir krallık ama Osmanlıdan kalan geleneğe bağlı, hanedan üyelerinin sığındığı bir yer. Akif bir Osmanlı aydını olarak, Hidiv ailesi tarafından en üst düzeyde himaye görüyor. Onurlu ve mütevazi hayatı tercih eden Akif'in pahalıya mal olduğunu sanmıyoruz. 1925 – 35 arası Kahire'de hocalık yapıyor, geziyor, bir sayfiye beldesi olan Hilvan'da oturuyor, şiirlerini yazıyor.
Onun Mısır'a gittiği yıl, Türkiye Diyanet İşleri bir proje üzerindedir. Kur'an'ın Türkçe'ye "çevrilmesi". Peki elde Kur'an meali yok mudur ? Elbette vardır. Arapça konuşulmayan bir ülkede bundan doğal bir şey olamaz. Fakat anlaşılan günün Türkçesine göre, kullanışlı ve halk tarafından kabul edilebilir bir metin istenmektedir. Ezan Türkçe okunmaktadır ve ibadetlerin Türkçeleşmesi alenen konuşulmaktadır. Ortam, Akif'in kabul etmesi için uygun değildir.
Akif, Meal'in Kur'an yerine dayatılmasından endişe etmektedir. O direnir, arkadaşları ısrar eder. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı A. Hamdi Akseki, bu işi Akif'ten beklemektedir. Tercüme değil meal olacak diye onu ikna ederler. Çalışmaya başlar ve bitirir. Fakat Türkiye'ye bir türlü gönderemez. Hikaye bilinen bir şeydir. Hasta Akif 1936'da Türkiye'ye dönerken, Meal defterlerini İhsan Efendi'ye emanet eder. Anlatıldığına göre 60'lı yılların başında, İhsanoğlu ailesi tarafından imha edilir. Bu, Akif'in vasiyetine uygundur. Neden 1960 ? Çünkü ihtilalciler ve CHP, ibadetleri yeniden Türkçeleştirmeyi gündeme getirmiştir.
Burada niyetimiz, yakın tarihimizi irdelemek değil. Meal çalışmalarıyla ilgili ilginç bir durumu ortaya koymak. Akif'in yaşadıkları, hiç karşılaşmadığı biriyle inanılmaz paralellikler taşıyor: İngiliz Müslüman yazar Muhammed Marmaduke Pickthall. İsterseniz baştan başlayalım. Akif 1873, Pickthall 1875 doğumlu. İkisi de Osmanlı'nın yıkılmaması için canhıraş bir mücadele veriyor. İkisi de sükut-u hayale uğruyor. Biri şair, öbürü romancı. Ama ikisi de dönemi anlatıyor. Biri destan, öbürü roman ve hikaye formunda.Yıl 1925. Akif küskün, rahat edeceği bir yere, kendine kucak açan Mısır'a kaçıyor. Aynı yıl, Pickthall, Ortadoğu'daki beklentilerinin gerçekleşmemesinden üzgün, Hindistan'a kaçıyor. Hayderabad Nizamlığı ona kucak açıyor. Hayderabad Nizamı ondan bir İngilizce Kur'an Meali yazmasını istiyor. O da kabul ediyor ve hazırlıyor. Bu, ana dili İngilizce olan bir Müslüman tarafından yapılan ilk tercümedir.
O zaman İslam dünyasında olduğu gibi Hindistan'da da, El Ezher'in özel bir yeri, önemi vardır. Pickthall Arap dünyasının bu en önemli ilim merkezinde, yazdığı Kur'an meali üzerine görüşmeler yapmak ister ve birkaç defa Mısır'a gider. Konu Ezher'de büyük tartışmalara yol açar. Kral Faruk ve Ezher Rektörü Taha Hüseyin, tercümeye karşıdır. Taha Hüseyin'e verdiği cevap önemlidir :
"Ona, Mısır'a tercümeme kraldan onay almak için gelmediğimi, majesteleri Nizam'dan zaten onay aldığımı, Mısır ulemasından fetva almaya da çalışmadığımı, çünkü Hindistan'da zaten aynı derecede değerli ulemaya sahip olduğumuzu, Arapça'da bazı noktalarda Arap alimlerin yardımına başvurmaya geldiğimi söyledim."
Görünüşe göre Pickthall'ı destekleyenler daha çoktur. Bunların başında eski Ezher Rekörü Şeyh Mustafa el-Maragi vardır. İşte burada konumuz en ilginç safhaya geliyor. Maragi Kahire yakınlarında Hilvan'da ikamet etmektedir. Arkadaşı Fuat Bey, Pickthall'ı Hilvan'a, Maragi'ye götürür. Yıl 1929. O sırada Akif de Hilvan'da ikamet ediyor. Maragi ile mutlaka görüşüyor olmalıdır. Çünkü Üniversitede edebiyat dersleri veriyor. Böyle bir ilim adamını tanımıyor olamaz. Ünlü bir yazar, Osmanlı hayranı ve Hind Hilafet hareketinin üyesi olan Pickthall'ın bu ünlü Osmanlı şair ve yazarını ihmal etmesini düşünemeyiz. Fakat elimizde karşılaşmalarıyla ilgili bir bilgi, bir kayıt yok. İkisi de Kur'an mealiyle ilgileniyor. Biri İngilizceye, diğeri Türkçeye. Şu farkla ki Mısır'da otorite tercümeye karşı, Türkiye'de otorite tercüme istiyor, yazar tereddüt ediyor.
Şu tevafuka bakın, Pickthall ve Akif 1936 yılında, yaklaşık 10 yıllık gurbet hayatından sonra ülkelerine geri dönüyorlar. Ve aynı yıl, her ikisi de vefat ediyor. Biri İstanbul'da, biri Londra'da.Hayallarinin gerçekleşmediğini görmenin hüznü içinde. Karşılaşmaları veya görüşmeleriyle ilgili bulgulara ulaşmak, araştırmacılara kalıyor.
Pickthall, yazdığı mealin ünlü yayınevleri tarafından basıldığını ve büyük kitlelere ulaştığını gördü. 1930'lu yıllardan bu yana bütün dünyada okunuyor, farklı yayınevleri tarafından sürekli basılıyor. Akif'in Kur'an meali nerdeyse bir asır var ki kayıplardaydı. Anlaşılan bir kısmı bulunabilmiş. Günümüzde meal açısından 1920'li, 30'lu yıllara göre kuşkusuz çok farklı bir durumdayız. Fakat Akif'in adı yetiyor. Bu meal, bir süre gündemde kalacağa benziyor.