100 yıl önce tam da bu hafta İngiliz general Edmund Allenby komutasındaki İngiliz birlikleri Kudüs'ü işgal edip idareyi Osmanlılardan devraldı. Allenby, Kudüs'e olan hürmetini göstermek maksadıyla atından inmiş ve şehre Yafa Kapısı'ndan yayan olarak girmişti.
ABD başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma kararını açıklamak için bu haftayı seçmesi haliyle manidar. Üstelik Arap ülkeleri, Türkiye ve yakın müttefiki Fransa'nın itirazlarına rağmen...
1917'yi takip eden yüzyılda Kudüs için yalnızca İsrail ve Filistinliler yahut Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler değil; dış güçler de birbiriyle mücadele halinde oldu.
Kudüs üzerindeki ihtilafların kökleri binlerce yıl öncesine uzanır. Ancak mevcut krizin çıkışı son asra aittir. Kudüs meselesi kolonyalizm, nasyonalizm ve antisemitizmle atbaşı gider.
Kudüs İbrani Üniversitesi’nden tarihçi Yehoshua Ben-Arieh şunları söylüyor: “Kudüs’ü asıl mühimseyen İngilizler esasında. Kudüs’te milattan önceki Birinci ve İkinci Mabed zamanlarından sonra (Süleyman Mabedi) Kudüs'ü ilk kez 1920 yılında İngilizler, kurdukları Filistin Manda İdaresi’nin başkenti yaptılar”
Filistin’de 30 yıl süren İngiliz işgali boyunca, Siyonizm’in “Yahudi Vatanı” rüzgarına kapılan Yahudi kitleler Filistin’e akın ederken yerli Arap halk ise 1517 yılından beri memleketlerini yöneten Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan yeni konjonktüre alışmakla meşgullerdi.
Kudüs Politika Araştırma Enstitüsü’nden araştırmacı Amnın Ramon ise “Tezata bakın ki Siyonizm başta Kudüs hususunda çekingen kalmıştı. Zira Kudüs öncelikle diasporanın sembolüydü. Ayrıca, Hristiyanlar ve Müslümanlar için mukaddes bir şehir oluşu başkenti Kudüs olan bir Yahudi devletinin teşekkülünü siyonistler nezdinde imkansız kılan pürüzler olarak görülüyordu” diyor.
İlk siyonistlerin çoğu Avrupalı seküler sosyalistlerdi. Kendilerini harekete geçiren muharrik kuvvet, dini olmaktan ziyade öncelikli olarak nasyonalizm, self-determinasyon ve uğradıkları haksızlıklarla alakalıydı.
“İlk siyonistler için Kudüs, kendilerinin kaçmaya çalıştığı geriye dönüşü temsil ediyordu aslında. Onların asıl göz bebeği, modern ve yeni olanı temsil eden Tel Aviv’di,” diyen, Exeter Üniversitesi’nden Ortadoğu politikaları profesörü Michael Dumper şunu da ekliyor: “Araplara gelince, onlar hala Osmanlı’nın yıkılışının şokundalardı. Tebaası oldukları devlet artık yoktu. Toplumun yeniden şekillenmesi mevzuubahisti. Kudüs’ün büyük aileleri, yani aristokrasisi Filistin ulusal hareketinin doğal liderleri olarak ortaya çıktı. Fakat kucaklarında Yahudi göçü gibi bir bomba buldular.”
Bu Yahudi göçüne gösterilen direniş, ölümlü hadiselerin patlak vermesine yol açtı. Yahudiler ise İngiliz yönetiminin 1939’da göçe getirdiği kısıtlamalardan yana çok rahatsızdı. Söz konusu kısıtlamalarla Holokost’tan kaçan Yahudilerin Filistin’e gelmesi engelleniyordu. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra 1947 yılında Birleşmiş Milletler biri Yahudi, diğeri Arap olan iki devletli bir taksimat planını kabul etti. Kudüs’ün idaresi ise “uluslararası özel bir rejime” havale edildi.
Araplar bu planı reddetti. 1948’de İsrail devleti ilan edildikten bir gün sonra da Arap ülkeleri yeni devlete savaş ilan etti. Ama yenildiler. İki taraf arasındaki şiddetli çatışmaları müteakiben çok sayıda Yahudi ve Arap Müslüman yerinden yurdundan oldu.
Kudüs ise ikiye bölündü: Batı yakası İsrail’in toprağı (1950’de kabul edilen bir yasayla da başkenti) olurken Eski Şehir’in de bulunduğu doğu kısmı Ürdün’de kaldı. “Filistinlilerin yoğunlaştığı yer de Doğu Kudüs oldu,” diyor Profesör Dumper.
Dumper’a göre İsrail ve Ürdün öncelikli olarak Kudüs’ten başka yerlere yoğunlaştı. İsrail Akdeniz sahili boyunca uzanan Hayfa, Tel Aviv ve Aşkelon gibi şehirlerin gelişmesine öncelik verirken Ürdün kralı Birinci Abdullah ise kendi başkenti Umman’ı kayırdı.
Illinois Üniversitesi’nden tarihçi Issam Nassar’a göre ise genç İsrail devleti, BM ve Avrupalı devletlerin baskısı altında Kudüs’e çok çekingen yaklaştı. Kudüs’ün uluslararası statüsünü kabul etmiş görünen İsrail devleti başkent olarak başka alternatifler aradı. Belki Akdeniz kıyısındaki, adını Theodor Herzl’den alan Herzliya veya güneyde başka bir şehir… Dr. Ramon’a göre, İsrailliler Kudüs’teki dini mahallerin kontrolünü almamış olmalarının avantajlarının da farkındalardı.
İsrail devleti, kuruluşunu müteakip yirmi sene içinde birçok devlet kurumunu Kudüs’e nakletmiş olsa da, yabancı devletler BM’nin kararı doğrultusunda Kudüs’ten uzak durup temsilciliklerini Tel Aviv’de açmayı tercih etti.
Yakın tarihteki hiçbir hadise Kudüs meselesinin serencamını 1967’deki Altı Gün Savaşı kadar etkilememiştir. İsrail, bu savaşta yalnızca Arap ordularını hezimete uğratmakla kalmayıp Gazze Şeridi’ne ilaveten Mısır’dan Sina Yarımadasını, Ürdün’den Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ve Suriye’den de Cevlan (Golan) Tepelerini ilhak etti.
İsrail’in Bar-İlan Üniversitesi’nden siyaset bilimci Menachem Klein’e göre 1967 savaşında iki dönüm noktası vardı: “Savaştan önce İsrail kamuoyundaki mağlubiyet korkusunun yerini süratle zafer sarhoşluğu ve artık her şeyin imkan dahilinde olduğu hissine bırakması. İkincisi de Doğu Kudüs’teki Kadim Şehri işgalin getirdiği duygu yoğunluğu.”
Ürdün hakimiyetindeyken ziyaret etmeleri yasak olan Ağlama Duvarı’nda dua eden İsrail askerlerinin fotoğrafları İsrail ulusal hafızasına kazındı.
Columbia Üniversitesi’nden modern Arap çalışmaları profesörü Raşid Halidî ise şunları söylüyor: “Kudüs, daha evvel görülmeyen şekilde kült vâri bir bağlılığa dönüştü. Şimdilerde bu vakıa, sertlik yanlısı “Yahudi milliyetçilerinin” İsrail iç siyasetine hükmeder hale gelmesiyle birlikte Ağlama Duvarı’nın merkezinde olağanüstü seviyede bir fetiş ve dogma haline geldi.”
İsrail’in sağ partilerinden Likud’un 1977’de Menachem Begin’in liderliğinde iktidara gelişi Kudüs’ün İsrail’in ulusal kimliğindeki yerini daha da pekiştirdi. Yahudi yerleşimciler İsrail’deki siyasi hayatın değişmeyecek şekilde baskın unsurları haline geldiler.
Bunların neticesi olarak Kudüs’ün sembolik ehemmiyeti daha da arttı. Şehrin Yahudi tarihindeki yeri askeri resmi geçitlerde ve ders kitaplarında daha çok vurgulanmaya başladı. İsrail’in dört bir köşesinden öğrenciler okul gezileriyle Kudüs’e götürüldü. Bu gidişat, İsrailli siyasetçilerin 1980 yılında Kudüs’ün, “İsrail’in değişmez ve bölünmez başkenti” olduğunu deklare eden yasa tasarısını kabul etmesiyle zirvesini gördü.
1993 yılına gelindiğinde ise Oslo Anlaşması ile Batı Şeria ile Gazze Şeridi’nin yönetimi kurulan Filistin Otoritesi’ne bırakılırken kritik meseleler görmezden geliniyordu: sınırlar, mülteciler ve Kudüs’ün statüsü. Anlaşmanın üzerinden neredeyse çeyrek asır geçmişken, bir barış mutabakatının gerçekleşme ihtimali şu an her zamankinden daha zor görünüyor.
Ariel Şaron’un 2000 senesinde El-Aksa Camii ve Kubbetu’s-Sahra’nın bulunduğu Harem-i Şerif’i ziyaret etmesi, beş yıl sürecek ve 3 bin civarında Filistinlinin canına mâl olan İkinci İntifada’nın başlamasına sebep oldu.
Filistinliler, Yahudi yerleşimcilerin Doğu Kudüs’ü istila etmesinden yakınıyor. Buna rağmen, Kudüs’ün nüfusu yüzde 30-40 nispetinde Arap kalmaya devam etti.
Raşid Halidî şunları ekliyor: “Tüm uluslararası camia, 1967’den beri Doğu Kudüs’ün işgalinin ve iskanının hukuksuz olduğu hususunda ittifak edip Kudüs’ü de İsrail’in başkenti olarak tanımayı reddediyor. Şayet Trump bu pozisyonu bir tarafa bırakırsa, daimi bir Filistin-İsrail barışı yahut Arap-İsrail normalleşmesini görmek çok zor olacak.”
Ben-Arieh’a göre Kudüs üzerindeki ihtilaf sürecek: “Arap-Yahudi zıtlaşması, merkezinde Kudüs olan milliyetçi bir zemine kaydı. Kudüs üç din için de mukaddes bir şehirdi. Fakat İsrail kurulmasıyla bir tarafta Yahudilerin, diğer tarafta yerli Arapların oluşturduğu iki ulus peyda oldu; ikisi de Kudüs’e dört bir elle sarıldı. Kudüs’ün onlara değil ama onların Kudüs’e ihtiyacı vardı.
Kaynak : New York Times / Mona Boshnaq , Sewell Chan , Irit Pazner'i Garshowitz ve Gaia Tripoli
Dünya Bülteni için çeviren: Mustafa Doğan