Kovuktakiler ve er meydanı

Yazı yazmak zor iştir.

Seksen öncesinin travmatik şuuraltına sahip olanlar için,

“Yazı benden çıktımı, öbür zihinlerin ve gönüllerin malıdır. Aman ha”.. Deminde hassasiyet ayarları olanlar için,

“Her şey gibi, bilgi de sınırsız tüketiliyor, israf için yazmam” düşüncesinde olanlar için,

En önemlisi de;

“ Onlar ki faydasız işlerden, boş sözlerden yüz çevirirler “

“ Beliğ ve tesirli söz söyle “

“ Her zaman doğruyu söyle “ emirleri mucibince yazılan yazıların;

“ Her vadide şaşkın şaşkın dolaşıp, yapmayacakları şeyleri söyleyenlerin “ müşterilerinin talip olmadığı, “ müşterisi az ürünler dükkânının rafları için “ olmasının motivasyonsuzluğuna sahip olanlar için yazı yazmak zor iştir.

Orta Anadolu’da bir köyde, ihtiyar nine kuşağından mehirnamesini çıkartır ve delikanlının okumasını ister. Delikanlı, “babama, anama mahsus selam eder, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim” diye okumaya başlayınca, kadın öfkeyle müdahale eder; “ ne okuyorsun sen? “ “ verdiğin şeyi teyze “ “ yanlış okuyorsun “ “ nasıl okuyacaktım? “ düzlükte iki dönüm tarla, tepebaşında bir bağ, arka mahallede bir ev “ “ desene teyze öyle, düzlükte iki dönüm…”

Durum aşağı, yukarı böyle. Kuşaktaki mehirname aslında asker mektubu. Nikâhı kıyan başta aldatmış. Nikâhlanan, okuyamadığı için aldanmış. Hakikati söylemeye çalışana öfkeleniyor, çünkü hakikati bilmeye ihtiyaç duymuyor. Hakikati söylemeye çalışan da, talep yoksa imama uyup, cemaat içinde popülist olmanın konforuna kavuşuyor.

Yukarıdakiler bahane üretmek ve sadece laf olsun diye söylenmeyip; vakıayı tespit sadedinde yazılmış kelimelerdir.

Bu keyfiyette; “ söylemesen olmaz, söylesen….” İkilemine bir çözüm bulunmadan yazmaya da, yaşamaya da motive olamıyor insan.

Böyle bir ahvalde Erhan ERKEN kardeşimiz; “ yazar mısın? Eğer yazmazsan gönül koymam “ dedi. Senin gönül koyman ne ki?, kendimin, kendime gönül koyması yanında. Sen hatır koy yeter. Senin de, selefinin de hatırı büyük.

Gel şimdi çık bu problemin içinden. Görece olarak “sadra şifa” şeyler yazmazsan; yazmak fiili anlamına kavuşmayacak. Yazsan, göreceğiz bakalım neler olur!

Sadra şifa nedir? İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Gündemi takip edip, buna ilişkin yorum ve analizler yapmak mıdır? Günceldeki mevzulara ilişkin fikir beyan etmek mi? Okuyucuya malumat transfer etmek mi? Deruni mülahaza geliştirmek mi? Hepsi olurda, sadra şifayı karşılar mı?

İslam Peygamberinin “ benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız “ dediği demden bir katrenin bile nutku tutturması gereken bir zaman ve zeminde; sadra şifa nedir? Sorusuna cevap olacak yazılar; hangi konularda, kıvamda, üslupta, usulde yazılmalıdır?

Kenardan dolandırıp, fısıldayarak söylemeye çalıştıklarımız, sadra şifa kapsamına girer mi? Yoksa kitabın ortasından mı konuşmak lazımdır?

İş burada bitmiyor. Burayı aşınca başka bir sorunla daha karşılaşıyoruz. Söylenecek hakikatleri, bir pencereden görerek yazmak zorundayız. Ancak okuyanların pek çoğu karşı yöndeki pencereye konuşlandırılmışlar ve buradan bakmaya öylesine alışmışlarsa;

İtiraz; “ne kadar vır vır ettin yaz gitsin, sana ne? kim nereden bakıyorsa!”

Senin yazdıklarını okuyanlar ancak kendi pencerelerinden gördükleri ile eşleştirebildikleri oranda anlayıp, ilgi gösteriyorlarsa; kısaca yazılanlar kadar, okunanların ve bunların hangi pencereden bakarak okuduğunun da önemi vardır.

Yazmak sadece yazmak değildir. Öncesi, sonrası, aşağısı ve yukarısı olan bir eylemdir. Sahih, adil ve etkili olmazsa, masum değildir, zarar verir. İllaki, sahih, etkili, adil, üretken, inşa edici, saygılı, hukuka ve fıtrata uygun olmalıdır.

Geldik bir kavşağa daha. Mevcut; okuma, anlama, anlamlandırma sistemimiz; halihazırımız ile olması gereken arasındaki açıyı kapatmaya kafi gelmiyorsa; bu sistem dâhilinde yazıp, çizerek, sadra şifa bir şeyler üretebilir miyiz?

Yoksa öncelikle sisteme müdahale edip, kodlarını; hakikati, fıtriyi, işe yararı, sadra şifa olanı üretebilecek bir dizime getirip; sonramı, olup biteni analiz edip, yorumlamalıyız?

Bu soruya cevap bulmak bile ayrı bir çelişkiyi aşmakla mümkün olacaktır.

İşi bilgi üzerine olanlardan; inanç sistemleri, “ en başında gayba iman etmeyi “ esas alan bir inancın müntesipleri; gaybı yok sayarak işe başlayan bir epistemolojinin kurduğu atmosferlerde, zeminlerde, sistemlerde; okuyup, yazarak; düşünüp, aklederek; okutup, öğreterek kıvama geldikleri bir demde; bu temel çelişkiyi çözmeden;

Ne sen, sen olursun; ne de sen hakikate ayna olursun.

Artık çok geç. Profesör, dekan, rektör olduk. Kitap yazdık, şöhrete kavuştuk. Ekmeğimizi buradan kazanıyoruz ve standartlarımıza burada kavuştuk.

Bir tarafında, şaşmış bir perspektifin tekkesinde dumanaltı olmuşluk; diğer taraftan tüm elde edilenlerin riske edilmesi. Demesi kolay, yüzleşmeyince…

Fakat bu halimizle insanlara eğitim veriyor; kitap, makale yazıyor; televizyonlarda, konferanslarda, panellerde konuşuyoruz.

Söz şişede durduğu gibi durmuyor. Senin ağzından, kaleminden çıktıktan sonra ötekinin kulağından, zihnine; zihninden, ruhuna; ruhundan, hayatına taşınıyor söylediklerin. Yani sen mevcut yaşamın lojistik desteklerini sağlayanlardan birisisin.

Bu nedenle; bildiklerinle, bunun ontolojik ve epistemolojik kökleriyle; bunların sahihliği ve oluşturdukları tesirlerle; bu tesirlerin, senin inandığını iddia ettiklerinin oluşturması gerekenler arasındaki açı farkıyla; nefsinde, toplum ve tarih önünde ve en önemlisi Rabbin nezdinde yüzleşmek mecburiyetinin bilincinde olmak gerekmektedir. Zor mesele.

Çelişkiyi oluşturan sistemde, ilgili başka bir tipolojiden de bahsetmek iktiza ediyor.

“İstanbul seni feth edeceğim ve adam edeceğim” psikolojisi ile Anadolu’dan gelmiş, getirilmiş kardeşimiz, umudumuz.. Eskiden birkaç yılda gelişen aydınlanmayı, artık, post modernizmin nimetleri sayesinde, birkaç ayda yaşamaktadır.

İstanbul’a girerken cebinde taşıdığı idealleri kadük olmuş ve İstanbul tarafından feth olunmuş olan kardeşimize, bu idealler çerçevesinde sorulunca;  aydınlanmışlığın sağladığı yüksek felsefe çerçevesinde; “ o dediğin olmaz “ diyor ve gerekçesini de koyuyor ortaya. “ ideal politik ve reel politik vardır. Senin dediklerin ideal politik çerçevesinde “. Demek istiyor ki; ideal politik olanlar teneşir vadede uygulanabilir. O zamana kadar reel politik çerçevedekilerle idare edeceğiz. Eğer reelden, ideale geçiş için bir niyet, strateji ve hazırlık görsek; bırak yemeyi, susuz yutacağız da!

Bir başka meselemizde, davaya hizmet etmek için sivil toplum örgütleri kuranlarla, bilgi arasındaki ilişki üzerinedir.

Şu anda, canlı canlı yaşadığı, bütün etkilerine maruz kaldığı ve geleceğini de ilzam eden bir dünyayı ve cari durumu, sanki dikkate alıyormuş gibi yapıp;

Beyler, insanoğlunun şaftı kaydı, fıtratı şirazesinden çıktı. Üstelik bunu yapan sistem ve süreçlere hep birlikte destek sağlıyoruz. Çözümünüz nedir? Ne yapmalıyız? Diye sorulunca;

En çelebi tavırla, tarihin mirinde, kendi düşünce dünyasına ilişkin bir şeyler söylemiş rahmetlilerin fikirlerini irdeleyip; muarız ve yandaş olanların tartışmalarını tekrarlayarak; yüksek strateji ve etkin çözümler geliştirme yolunda olduklarını; kendilerine ve bize inandırmaya çalıştıklarını görüyoruz.

Neredeyse ömrünün tamamını; neye, nasıl, kimin gözü ve usulü ile inanacağı üzerinde müzakere ve mücadele ederek sarf eden toplulukların; bunları aşıp, bunlardan mülhem önerilerini geliştirmeleri mümkün olmayacaktır elbette.

Abartıp, karikatürize etmiyorum. Bu yazıyı okuyanların da binlercesini müşahede ettikleri durumlara vurgulu örnekler olsun diye yazdım bunları.

Ortada şizofrenik bir durum var.

Sorun senin anladığın gibi değil. Sen söylediğin gibi değilsin. Çözüm olması gereken gibi değil. Ancak STK’larımız, “davamıza büyük katkıda bulunuyorlar!”

Şizofrenik bir durum çünkü yukarıdaki ahval; çaresizliği ve acizliği; bunlarda saklanmayı iktiza diyor. Kurumlarda saklanacak kovuklar haline geliyorlar.

Şizofrenin ağababası, imama uyan geniş toplum kesimlerinde görülmektedir. İmamın kim olduğu, ne okuduğu, hangi namazı, kimin için kıldırdığı sorgulanmaksızın; sadece imama uymayı önemseyip, bu halden memnun olanların durumu.

İtirazlara cevap vererek devam edeyim.

Bu satırları yazan, ne; her doğrunun mümessili; her şeyi eleştiri ve yargılama hakkına sahip hisseden; bütün hali kötü ve karanlık gören bir pesimist paranoyak; ne de bir şey yapmaya niyeti olmadan, beleş şöhret peşinde olan bir pragmatist değildir.

Yukarıda ifade ettiğim gibi, sadra şifa bir şeyler söyleyebilmek için öncelikle; çelişkili zemin ve bulanık atmosferdeki temel problemlere bir öneri getirmek lazım ki; sonrası için tutarlı olabilelim.

Yani öncelikle, hali üreten zemin ve atmosfere; daha sonra, onun ürettiği duruma ve sonuçlara; sonra da sahih ve etkili zemine, orada üretilmesi gerekenlere ilişkin konuşalım.

Bir de usul ve üslup meselesi var. Sahih ve etkili olanla (hakikatle), mevcut arasında metrelerce kalınlıkta tortu oluşunca; hikmetli olan, okşayarak anlatmak değildir.

Son günlerin moda deyimiyle; “taktik-maktik yok, bam-bam-bam”. O tortular çatlayıp, dökülmedikçe; çıplak gözle, çıplak hakikat karşı karşıya kalamazlar. Bu durum gerçekleşmeyince de, ne insanın özgürlüğü, ne de hakikatle yüzleşmesi tahakkuk etmez.

Böyle durumlarda fıtrata en uygun yöntem kaos oluşturmaktır. Kaos oluşturmak, fitne çıkartmakla aynı şey değildir.

Kaos, konsolide olmuş bir sistemin orta yerine okkalı bir taş koymaktır. Düzen bozulur ve mevcut sistemin bütün taşları yerinden oynar. Artık kaos oluşmuştur. Fakat düzenin, doğası gereği, kaostan bir an önce çıkıp, yeni bir düzene kavuşması zorunludur.

İşte bu esnada, kaos, yeni bir düzene dönüşürken, hangi hüküm cümleleri etkin olursa, yeni düzenin niteliğini, biçimini ve diğer kriterlerini de bunlar belirlerler.

Düşünmek, algılamak, anlamak, anlamlandırmak, karar almak ve davranış sergilemeyi sağlayan sistemin; daha sahih, etkin, üretken, adil, özgür, dengeli, saygılı, hukuka uygun ve bütüncül nitelikli bir hale kavuşabilmesi için de böyle bir kaos süreci iktiza etmektedir.

Bu kaos süreci, ötekilerin zihinlerinde, kültürlerinde, yaşam biçimlerinde ve sistemlerinde değil; kendilerini, hakikatin ve fıtri olanın üzerinde zannedenlerin; zihinlerinde, ilişkilerinde, tercihlerinde ve beslendikleri zemin ve sistemlerde gerçekleşmelidir.

Aynı zamanda, kaosu, düzene çeviren sürece de, mezkûr kesimin dirayetlileri vaziyet etmelidir.

Kaos, sade suya tirit laflar; birbirlerini ağırlayan taraflar; efendim, mirim, üstadım lafızlarıyla gerçekleşmez. Bam-bam-bam…

Kaos mutlaka çıkması gereken bir şey midir? Yoksa bir işsizlik fantezisi olarak mı konuşuyoruz?

Nus ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdirden anlamayanın hakkı kötektir, kötekten anlamayanın hakkı helaktir. Bir de bunu Allah’ın yapacağını düşünürsek. Cevap hâsıl olduysa devam edelim.

Kendi kendine kaos oluşturmanın en kestirme yolu; suya-sabuna, mala-davara dokunan sorular sormak; bunu yiğitçe bir niyet, yetenek ve dirayet içinde yapmaktan geçer. Daha sonrasında aynı keyfiyetle bunlara cevap aramak ise sürecin mütemmim cüzüdür.

Elbette bu süreç, dikensiz gül bahçesinde piyasa yapmaya benzemez. Televizyonlarda, kürsülerde, gazete köşelerinde layüsel ahkâm kesmeye de benzemez. Sonunda iltifat, taltif, şöhret, para gelmeyebilir.

Sen bir “helal olsun” beklerken; hadi, güle de razı olmuşken; önce en yakınlarından, senden olduklarına inandıklarından, hakikatin neferi gibi gördüklerinden başlayarak; taşlar, kayalar, silahlar ve daha ağır bühtanlar göreceksin.

Eğer serdengeçti değilsen hiç niyetlenme, konforunu bozma, kovuğundan çıkma. Hele bir de “ahiret yoksa” tümden kardasın.

Ama çıkmaya niyetliysen, bu kere; “hiçbir kınayıcının kınamasından çekinip, korkmayacaksın “ bilesin.

Öyle sorular soralım ki; muarız ve düşman olanların bile akıllarına gelmemiş, ya da sormaya cesaret edememiş olsunlar.

Bu soruları yeni fantezimiz olsun diye sormayacağız. Ne halde olduğumuzla yiğitçe yüzleşmek için soracağız. Usulsüz değil, sahih bir kıyas öznesine istinaden soracağız. Hakikatin üstündeki tortuları döküp, ona ulaşmak için soracağız.

Bu soruların nitelik ve biçimine ilişkin birkaç örnekte verebiliriz.

“ Huzur İslam’dadır “ diye slogan atıp ta; ne huzur bulan, ne de huzur veren çok fazla kişi müşahede edemediğimize göre, mesele nedir?

“ Adalet mülkün temelidir “ düsturu ile diskur çekip te; adaleti katletmek, mülkü uhdesine almaya çalışarak, temelleri yerinden sökmek durumunun; dini, ilmi, kültürel, siyasi ve psikopatolojik analizlerinin sonuçları neler olabilir?

“Sadece Allah’a kulluk etmek” iddiasını temel alan inanç ve dava sahiplerinin; karar, davranış, fonksiyon süreçlerinde; “ Allah’ı fiilen yok saymalarının “ izahı nedir?

Mevcut halleri ile Müslümanların, silkinip; zilletten, meskenetten, esaretten kurtulmaları mümkün müdür? Durumun farkındalar mı? Samimi niyetleri var mı? Bu iş nasıl olur?

“Sadece Allah’a kulluk etmek” iddiasında olanların; zillet, meskenet ve esaret içerisinde olmaları; Allah’a isyan içerisinde olanların ise bunlara galebe çalmaları nasıl izah edilir?

Müslümanlar, hâlihazır durumlarıyla; sahici ve etkin bir süreç geliştirmek, birlik oluşturabilmek imkânına sahip midirler?

Hakikati inşa etmeyi; sahici, bilinçli ve samimi olarak talep eden kaç kişiye rastladınız?

Müslümanların vaziyet ettiği sistemlerin; bölgesel ve küresel ölçekte; adil etki sahibi olabilmek yetenekleri var mıdır?

Müslümanlar; Allah’ın dini karşısında ideolojiler; hakikat karşısında, aforizmalar; memnu usuller üretip, kullanmakta mıdırlar? Bunları hangi saiklerle yapmaktadırlar?

“Allah’ım bizi doğru yola hidayet et” duasına, Allah’ın ne ölçüde icabet ettiğini müşahede etmekteyiz. Eğer bu duaya icabet büyük oranda değilse, sebebi ne olabilir?

“İnsanlara şahit olmak” sorumluluğuna sahip olanların, diğerlerinin şahitliği üzerinden hal ve nizam bulmaya çalışmasının izahı nedir?

Hilaf-ı hakikat davranışlar, hakikatin örtülmesi ve bulandırılması; kendisini Müslüman olarak etiketleyen, ritüellerini muntazam olarak yerine getiren ve sembolleri kamilen kullanan birileri tarafından icra edilse ve dahi yeşile boyansa; olumsuz vasıflarını kaybedip, olumluya dönerler mi?

“ Firasetinden ve basiretinden korkun “ denilen bir kitlenin; anlamayan, görmeyen, akletmeyen, bilmeyen bir hale gelmiş olmak ihtimali var mıdır?

Onların izlerini takip ederek, lineer bir hareket stratejisi ile onlara galebe çalabilmek düşüncesi; ahmaklıktan mı, hainlikten mi ortaya çıkar? Ahmaklarla, hainlerin verdiği zarar neticede birbirinden farklı mıdır?

Dünyayı, hâlihazırı, sorunları, ihtiyaçları, hedefleri kendi özgün perspektifimizden okuyabilmek yeteneğine sahip miyiz? Böyle bir çalışma duydunuz mu? Eğer varsa hangi perspektif kriterleri ve usulleri ile gerçekleşmektedir? Bu konuda çalışacak kaç tane adam yetiştirilmiştir?

Allah’ı, nefsimizi, şeytanı ve onun ekollerini ne kadar tanıyoruz? Bunlarla ilişkilerimizi hangi anlam, ilke ve usuller dairesinde geliştiriyoruz?

Nelere maruz kaldığımızı farkında mıyız? Hasar tespiti yapabiliyor muyuz?

Neler yaptığımızın farkında mıyız? Etki ve sıhhat analizi yapabiliyor muyuz?

İnsanlara ve insanlığa şahit olmak hedefi, sorumluluğu ve iddiası olması gereken bizler; insanların önüne bir hayat tasavvuru koyup, onların fıtratlarına dokunabildik mi ki? Onlar kendilerininkinden daha yüksek özgül ağırlığa sahip olduğu için bizimkini örnek alsınlar.

Aynı çerçevede sistem önerileri getirebildik mi ki; bunları şahit numune yaparak, kendilerininkini yeniden inşa etmeye çalışsınlar.

Öyle anlam cümleleri, ilkeler, değerler, sınırlar, ölçüler ve hukuk içerisinde sistemler ve disiplinler geliştirdik mi ki; insanlar için kıyas öznesi olsunlar ve fitnenin ortadan kalkması, her şeyin asli fıtratına dönmesi için kaldıraç görevi görsünler.

Dünyadaki işadamları, Müslüman işadamlarının, ticarete yüklediği anlama; buna ilişkin geliştirdikleri sistem ve mekanizmalara; yatırım yaptıkları alanlara; geliştirdikleri prensiplere baksınlar. Adil ve sahici olmayan süreçlerinden vaz geçsinler. Müslüman tüccarlar, onların bu hususta öğretmeni olabildiler mi?

Bu hususları; hedef, plan ve süreçlerimizde öncelikli hale getirip, yönümüzü buralara çevirdiğimize şahit olduk mu?

Say, sayabildiğin kadar. Burada birkaç örnek yazdık.

Ya biz kendi, kendimize sorup, buradan, yeni bir perspektife ve zihni düzene kavuşmanın samimi gayretini ortaya koyarız; ya da adetullah gereği, eğer Allah bizim için hayır murad ederse bu yüzleşmeyi çok acı, ağır bedelli büyük bela ve musibetlerle yaparız.

Soruların, olduklarımıza ve olması gerekenlere ilişkin sorulması gerekiyor ki; halimize dair müessir ve sahici olarak düşünmeye başlayalım. Ne kadar derin sorabilirsek, o kadar derin anlarız.

Yazı yazmanın zorluğundan başlayıp, nerelere kadar geldik. Bu platform veya başkasında; her ne biçim ve miktarda yazacaksak ya da konuşacaksak, lazım şart bu keyfiyeti iktiza etmesi olmasıdır.

Eğer bu yazıyı okuyabildiyseniz, Dünya Bülteni’ni yöneten arkadaşlar; formatımıza uygun olmamış, sert olmuş, uzun olmuş, soyut olmuş türü gerekçeleri ifade ederek veya etmeyerek yazıyı yayınlamamazlık etmemişler demektir.

Bu beyefendilikten dolayı kerhen ya da onay ve desteklemekten dolayı harbiden olmuş olabilir.

Fakat bu mahiyette yazı yazabilmek için benim niyetim ve arkadaşların desteği kâfi gelmez.

Asıl olan okuyucunun iltifatı yani ilgi ve talebidir. İltifata ilişkin dönüşler, yazının devamını; dönüşlerin niteliği de yazının derinliğini ve verimini belirleyecektir.

Elbette yazı yazmak üzerine çizdiğimiz bu çerçeve, sadece bu platformda yazılacak birkaç yazıya istinaden değil, her platformda, fırsatta, durumda söylememiz gerekenler cümlesindendir.

Muhabbetle.