İster mutlakiyetçi krallıklar olsun, ister diktatörlükler, ister modern anayasal liberal demokrasiler, bütün yönetim modelleri ister istemez bir 'denge-fren' mekanizması içerir.
Padişah Kanuni'yi de yapabilecekleri konusunda frenleyen dengeler vardı, diktatör Stalin'i veya Hitler'i de, 12 Eylül'ün cuntacılarını da, bütün Amerikan Başkanlarını da.
Önemli olan, bu 'denge-fren' (İngilizcesiyle 'checks and balances') mekanizmasının modern hali. Öyle ya padişahlık altında yaşamıyoruz, diktatörlük altında yaşamak da istemiyoruz, o zaman demokrasimizi kalıcı ve sürdürülebilir kılacak çağdaş denge-fren mekanizmalarına ihtiyacımız var; yoksa mutlak güç kimseye teslim edilemez, bunu çok iyi biliyoruz.
Modern anlamda demokratik denge-fren mekanizmalarının kökeni 1776'daki Amerikan Devrimi'ne dayanıyor. Nitekim Amerikalı 'kurucu babalar'ın yarattığı denge-fren mekanizması, ufak tefek düzeltmelere duyulan ihtiyaç dışında neredeyse hiç değişmeden, dünyanın en uzun ömürlü anayasal liberal demokrasisini yaşattı.
Denge-fren mekanizmasının temelinde kuvvetler ayrılığı prensibi vardır. Yani, meşruiyetini halk oyundan alan bir yönetim olacaktır; meşruiyetini başka bir seçimle halktan alan bir yasama olacaktır; bir de, gücünü Anayasa'dan meşruiyetini ise yasama ve yürütme organının ortak davranışından alan bağımsız bir yargı.
Bu üç kuvvet, birbirini frenleyecek ve aşırılıklara karşı dengeleyecektir.
***
Türkiye'ye kuvvetler ayrılığı prensibi, 27 Mayıs darbesi sonrası hazırlanan Anayasa ile geldi. Ondan önce denetimsiz ve frensiz bir kuvvetler birliği uygulaması vardı. Ülkenin merkez sağcıları çok kabul etmez ama 27 Mayıs darbesinin arkasında yatan nedenlerin başında, iktidarın denetimsiz ve frensiz olması yatar. O yüzden Türkiye'de ordu, demokratik rejimin denge ve fren mekanizması olarak ortaya çıkmıştır.
Ordu bu 'rejimin ve demokrasinin kurtarıcısı' rolünü 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997'de perde gerisinden, 12 Eylül'de ise tam bir darbe yaparak sürdüregeldi.
12 Eylül darbecileri, kendi yazdıkları Anayasa'yı demokratik sistem ve kurumlara güvensizliklerini gizlemeden ve demokrasiyi demokrasi dışı güçlerin denetlemesi, hatta vesayet altına alması bakış açısıyla ortaya çıkardılar.
Türkiye'de sanıldı ki Cumhurbaşkanı hep asker kökenli, rejim dışı biri olacak. O yüzden bizde Cumhurbaşkanı'nın demokratik meşruiyeti pek zayıftır ama Anayasal yetkileri pek geniştir. Oysa bu proje daha ilk Cumhurbaşkanı seçiminde Turgut Özal'ın Çankaya'ya çıkmasıyla çöktü. Siyasetçiler de artık Cumhurbaşkanı oluyordu.
12 Eylül'ün bir başka denge-fren mekanizması, Milli Güvenlik Kurulu'nun rejim üzerinde vesayet uygulaması, esasen 28 Şubat döneminde, zamanın sivil Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in formülasyonuyla öne çıktı. Bir anda MGK bırakın hükümet üstü olmayı, parlamento üstü bir konuma geldi. Oradan karar çıkınca Meclis kanun çıkarıyordu vs. Ama Avrupa Birliği reformları buna da son verdi.
Kala kala geriye Türk Silahlı Kuvvetleri'nin manevi ağırlığı ve siyasetçileri darbe yapmakla tehdit etme ihtimali kaldı. Nitekim 2003-2004'te bu tehlikeleri ciddi ciddi atlattık. 27 Nisan 2007'deki son askeri bildirinin ardından siyasetçinin halktan meşruiyet alarak yapacağını yapmaya devam etmesi ve askerin de hiçbir şey yapmamasıyla, TSK'nın fren-denge olma hali biraz da kendiliğinden ciddi biçimde sınırlanmış oldu. Son Ergenekon soruşturmaları bu hali daha da perçinliyor.
Bütün bunlar tamam. Demokrasimiz artık demokrasi dışı güçler tarafından denetlenmeyecek, meşruiyetini doğrudan halktan almayan hiçbir güç denge-fren görevi göremeyecek. Çok iyi.
Peki ama denge-fren görevini kim görecek? Yargı mı? Evet, belki bir yere kadar. Ama Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi yüksek yargı organlarının ne kadar siyasallaştığı ve elbirliğiyle ne kadar yıpratıldığı ortada. Bunları sivil toplum yıpratıyor ama yıpranan yargıya güven oluyor.
Ve ne yazık ki bizim mevcut Anayasal düzenimizde yargı dışında meşru bir denge-fren mekanizması da bulunmuyor. İşte bu, demokrasimize en büyük tehdidi yönelten şey. Çünkü dengelenip frenlenmeyen bir demokratik yönetim, bana göre demokrasinin sürdürülebilirliğinin önündeki en büyük engel.
O yüzden dün yazımı, sivil demokrasiye olan hazırlıksızlığımızı vurgulayarak bitirdim.
Bana göre hazırlıksızlığımızın temelinde de bu denge-fren yokluğu yatıyor.
Türkiye, ne yapıp edip kuvvetler ayrılığı sistemini akılcı, sürdürülebilir ve bir demokrasiye yakışan hale getirmeli, yani kuvvetlendirmeli.
Türk merkez sağının kuvvetler birliği rejimine duyduğu özlem, ülkemizi demokrasiye doğru götürmez.
Radikal