Korktuğum başıma geldi!

 

Ne kadar kıvrak olduğunu anlatabilmek için, bir meslektaşına, beni izleyen yılanın bile beli kırılır, demişti.


Hakkını yemeyelim; dediği kadar da vardı.


Esnekti…


Kıvraktı…


Ayıptır söylemesi, biraz da kurnazdı.


Hülasa, her rüzgâra uygun yelkenleri vardı.


Orijinal deyimler, enteresan kavramlar üreten bir marka, bir ürün mesabesindeydi.


"Makul akıl insanları" diyordu mesela.


Nietzsche'den mülhem, "üstün insan" gibi bir şey miydi kastettiği, bilemiyorduk.


Ne manaya geldiğini, karine yoluyla çözebiliyorduk ancak.


Kendisine, "makul akıl insanı" demesinden hareketle, muradının ne olduğunu kestirebiliyorduk.


Böylece, kendisinin yanı sıra, Sabih Kanadoğlu, Oktay Ekşi, M.Yakup Yılmaz, Bekir Coşkun gibi mümtaz şahsiyetlerin de "makul akıl insanları" kategorisine girdiğini fehmediyorduk.


Bir de, "azgın azınlık" tesmiye ettiği, millet iradesini "azgın" şiddetinde savunan insanlar vardı.


Bunlar hukukun üstünlüğünü dillerinden düşürmeyen, her şeyi hukuktan ibaret sanan,

"çoğulculuk" yerine "çoğunlukçuluğa" pirim veren, "sivil darbe"ye duyarsız "yaygaracı" adamlardı.


Tayland'daki turistik darbeye dünyanın ilgisizliğini fark ederek, "Önümüzdeki 10 yıl içinde, dünya demokrasiyi ciddi biçimde tartışacak" öngörüsünde bulunan Ertuğrul Özkök'ün aksine, demokrasinin geleceği hakkında kafa patlatmıyorlardı.


İşte "makul akıl insanları" bu "azgın azınlığa", bu "çoğunlukperest" zihniyete karşı mücadele veriyordu. (Hem azınlık, hem çoğunlukperest olmak ne kadar tuhaf, değil mi?)


Kabul etmek gerekir ki, Ertuğrul Bey "çoğunlukperest azgın azınlığa" karşı verilen mücadelenin en ön saflarında yer alıyordu.


"Azgın azınlık" darbeleri tefrik etmeden tümüne karşı çıkacak kadar azgınlaşırken, "makul akıl insanı" anında tepkisini koyuyor; 12 Eylül'ü veya "Türkiye demokrasisinin gerçek bir balans ayarı…" olarak nitelendirdiği 28 Şubat'ı hararetle savunuyordu.

Şehirlerarası otobüslerde, bir vatandaşımızın "namaz molası" talebiyle ilgili bir haber üzerine hazretin "sosyolojik yanı" feveran ediyor; "Tek, bir tek kişinin başlatacağı bir 'dini diktatörlükten' korkuyorum." diyordu.

Sırf bu korkusundan dolayı, Konya'daki hasta bir çocuğun testisleri üzerinden "Türban faciası" manşetleri kotarıyordu.


Başörtüsü hakkında, "Nişantaşı'ndan intikam alma duygusunun üniforması mı oluyor?" diyerek, korkusunu semtlere kadar indiriyor; kimi zaman da bu korkunç korkusunda sınır tanımayıp "Malezyalaşmak" deyimini üretiyordu.


"Makul akıl insanı", "Malezyalaşmak" veya "mahalle baskısı" gibi deyimlerle korkusunu dillendirince, "azgın azınlık" da korkuyordu:


Mesela, şehirlerarası otobüslerde 40 yıldır ihtiyaç molasına içkin "namaz molası" verildiğini, 40 yıl boyunca bu molalardan henüz bir diktatörlük çıkmadığını, ama, 40 yıla asgari 4 darbe sığdırdığımızı görmeyen "makul akıl insanı"nın bu halleri, "azgın azınlık"a, ister istemez "Topyekûn savaş" manşetlerini, 28 Şubat'ın andıçlı günlerini çağrıştırıyordu.


Gelgelelim, "makul akıl insanı" bu korkuyu, "rövanşist duygularla" hareket etmeye bağlıyor; inadına bir kez daha korkuyordu.


Sonunda olanlar oldu ve siyaset mahkemeye taşındı; hangi korku sahici, hangisi sahte, ortaya çıkmış oldu.


Benim korkum ise bambaşkaydı.


Ertuğrul Özkök'ün tatile çıkarken, "sosyolojik yanım" dediği şeyi yanına almamsından korkuyordum.


Dediği doğruysa, ekim ayına kadar "arazi" oluyormuş.


Birileri ona bir müddet ortalarda gözükme mi demiş? Bilmiyorum. (Belki Anayasa Mahkemesi kararını bekleyecek, belki de ABD seçim sonuçlarını.)


Lakin korktuğum başıma geldi.


Yazısını dikkatle okudum; giderken yanına aldığı şeylerin arasında terlik var, tişört var; lakin "sosyolojik yanım" dediği şey yok.


Kaynak: Yeni Şafak