Kitaba sığmaz

İslam toplumunda, idari yapının meşruiyetini adaletten almasının somut göstergesi, kitabın merkezi konumuyla anlaşılır hale gelir. Yöneten ve yönetilene ait görev, sorumluluk ve sınırlar iki tarafça bilinir olmanın ötesinde, meşruiyet çerçevesinde dinamik algıya dönüşerek karşılıklı denetimi sağlar.

Meşruiyet gelip geçici sihirli bir kavram değil; yönetenin ve yönetilenin mihenk aldığı rızayı ifade eder. Yöneten ve yönetilen için bağlayıcı çerçeve, zamana, şartlara göre esneyebilen yanıyla sorunlara çözüm arar.

İslam'ın ekonomi ve siyasete yönelik anlayışında temel umdeler yer alır. Yürütmenin adil yürümesini sağlayan ilkeler doğrultusunda, ihtiyacın karşılığı yerine getirilir.

Yönetimde iki temel kriter gözetilir; işin ehline verilmesi ve işlerim şura ile yürütülmesi. İşin ehli de iki kritere gerekli kılar; ilki emin bir kişilik ve yapacağı işe ait yetkinlik. Ve tabii ki, işlerin yürümesinde helal ve haram şuurunun yürürlükte olması...

Zulümden kurtulmak, ezilen kitlelerin haklarına kavuşması elzem bir durumdur. İslam iyi bir ortamın daha da iyisi olacağını kişiye hissettirir. Toplumsal düzeyde de durum benzerlik ifade eder. Kaliteli toplumun göstergeleri seküler anlayışın ölçümlerine uymaz. Tüketim üzerinden gelişmeyi tanımlayan algı yerine, İslam toplumu ölçüm dışı olan erdemi ve devlet vatandaş ilişkisinde rızanın korunmasındaki hassasiyeti dikkate alır. Hakça paylaşım, emeğin korunması, çalışanın takdir edilmesi; kayırma ve kollamanın olmaması esastır. Yine herhangi bir etnik ve inanç grubunun haklarının teminat altına alınması İslami yönetimlerden beklenmesi gereken güvencelerdir.

Barışta ve savaşta; nefes alınan her yerde; zayıf ve güçlü anlarda, Müslüman için vazgeçilmez olan adaleti muhafaza etmektedir. Yöneten her durumda yönetilenin denetimine açık ve hesap verilebilir olması gerektiğini bilir. Hz. Ebubekir halife seçildiğinde yaptığı konuşmada, yapacağı her hayırlı işte kendisine destek verilmesini, yapacağı her yanlış işte de engel olunmasını ister ve halkı denetleme göreviyle konumlandırır.

İkinci halife Hz. Ömer, bir uygulamasını, kendisini ikaz eden yaşlı kadının görüşleri doğrultusunda değiştirir.

İslam'ın Hz. Peygamberle başlayan hakkaniyet merkezli yönetim tarzı dört halife sonrası bulanıklaştı; adım adım saltanatlaştı.

Halifeliğin saltanata dönüşmesi İslam toplumunun tarihi seyrinde büyük arızalara yol açtı. Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar ve Endülüs uygulamalarında bir nevi ikili yapı etkisini sürdürdü. Halifelik Osmanlı'da adeta sembolik değere sahipti. Buna rağmen, dört kıtadaki Müslümanlar üzerinde toparlayıcı, manevi bir etkiye haizdi.

Cumhuriyetle birlikte "Mecliste mündemiçtir" ifadesiyle birlikte tespihin ipi koptu. Bundan sonra Batının çizdiği sınırlar içinde birbirine düşman haline getirilmiş devletçikler, ulus kavramı etrafında şekillenmeye durdu. Batı bu yeni ulus devletlere teknoloji sattı, hammadde aldı; istila ettiği tamamına yakın coğrafyada adetler, alışkanlıklar oluşturdu. En önemlisi de bu ülkelerin siyasi mekanizmalarını oluşturma ve yöneticilerini belirleme hakkını kendinde gördü.

Önce ismi kral olan Batı temsilcisi yerli tipler, daha sonra başkan, cumhurbaşkanı isimleriyle çağırıldılar. Hepsinin ortak özellikleri ülkenin ekonomisinde belirleyici şahsi zenginliklere sahip olmaları ve muhaliflere karşı tutumlarıydı. Kimi ülkelerde bu zenginlikler ülke varlığının yarısına kadar ulaştı. Muhalif söylemelere karşı çok ağır cezalar öngördüler. İkaz edilmeye tahammülleri yoktu. Devlet olamayacak küçük nüfusla pek çok kabile devleti ortaya çıktı. İslam'ın yöneticiye has kıldığı unvanları da, hak etmedikleri halde kullanılan bu kişiler ve yönetimler son yıllarda dünya sistemine de yük olmaya başladığında küresel akış yeni müşteri oluşturma adına müdahaleyi başlattı. Arap Baharı adıyla kendi adamlarını yeni ortam adına yemekte zorlanmadı.

Bu değişimi öngören dünya sistemi, yıllarca kutsalı olan demokrasiyle terbiye ettiği toplumların karşısına "kendisi" çıkması kaydıyla sandık koydu.

Sandıktan İslam'la irtibatlı bir anlayış çıktığında, tüm yönlerden kuşatıp yalnızlaştırıp, diğer taraftan, halkı kışkırtarak ihtilal yapmayı meşru hale getirdi.

Bu durum bir açıdan Batı değerlerinin iflasını ortaya koymuş oluyor.

Geçmişte Cezayir'de, Türkiye'de ve şimdide Mısır'da uygulanan aynı plan. Kritik konumdaki ülkelerin ordularını finanse etmenin anlamı, "Ak akçe kara gün içindir" deyimiyle izah edilebilir.

Ortaya çıkan acı tabloda Müslümanların karşı karşıya mücadele ettikleri yeni bir alan daha ortaya çıkmış oldu. Selefiler darbecilerinin yanında, ihvanın karşısında...

Ağaca, inen baltanın sapı çok daha acı veriyor!

Meşruiyet alanından kirlene kirlene ve kirleri severek ayrıldık. Şimdi kendimizin düşmanıyız. Sembolik bir halife olsa ve dese ki;

"Birbirinizle savaşmayın, Allah'tan(c.c) korkun!"