Bayram yaklaştı. Trafik bunun göstergesi. Son bahar geldi sayılır, televizyonda 'Son Bahar' diye bir dizi de başladı. Öyle, uydudan izliyoruz Türk televizyonunu; gazeteci olmanın imtiyazı, evimizde uydu bulunabilir. Dizileri reklamlarıyla tanıyorum; çoğu, seyredemeyeceğim saatlerde yayınlanıyor; arada birbuçuk saat zaman farkı var. Yaz sıcağı sona erdi denilemez; bir iki gün yağmur çiseledi, ardından yeni bir sıcak hava dalgası bastırdı. Bütün evler, iş yerleri klimalı. Hastalık yayıyor klima, dendiğinde, kulak tıkıyor insanlar. Bu noktada hep çiçek satılır. Kırmızı ışık dakikalarca sürecek. Direksiyonda kızım, sabırsız. Çingene kadınlar geniş caddenin iki ucunda koşuşturarak çiçek satıyorlar; beton bariyerin arkasındaki çukuru mekan tutmuşlar kendilerine. O bariyerin önünden geçerken görmüştüm, karanfillerin nergislerin tazelendiği kara sularla dolu kovaları: Bu dört yoldan çiçek alınmaz. Çiçek alınacaksa da saksısıyla alınsın; daha uzun olsun ömrü. Yine de kara sularda canlandırılmış bir çiçek demetiyle bile olsa insanın şu rengarenk şenliğe katılası geliyor. Büyütmesi gereken çocuklarım olmasaydı, belki de gezgin olarak dünyayı dolaşırdım; sanki biraz da olsa "çingene yüreğim". Karanfil demetleri dolaşıyor ortalıkta. Geçtiğimiz yazın başlarında Mardin'de bir fotoğraf sanatçısıyla tanışmıştım, Lütfi Bey. Postane binasının terasında sergi açmıştı; Mardin evlerini konu aldığı fotoğraflarını incelerken bir taraftan da sohbet ediyorduk. İki yıl önce bir sivil toplum kurumu adına kapı kapı dolaşarak herkese karanfil dağıtmışlar. Bir sene kenti baştan aşağı yıkamışlar, bir sene de tiyatro gösterisi. Hayır, karanfil değil fesleğendi, 3 bin 500 saksı fesleğeni 'Kent Kokusu'na Kavuşuyor' başlıklı bir kampanyayla evlere dağıtmışlar. Bu arada, çingeneler de yerleşme derdinde; yenilerde okudum Dünya Bülteni'nde bir haberde; Sinan Özdemir Brüksel'den bildiriyordu. Avrupa'nın kelli felli ülkelerinde bile çingenelerin yerleşmesi mesele haline getiriliyormuş. 1989'dan bu yana kaçınılmaz oldu, çingenelerle ilgili herhangi bir yazıda mutlaka değiniliyor, Emir Kusturika'nın "Çingeneler Zamani'na. "Cannes'da çifte ödül alan film soğuk savaşın son yıllarında, henüz dağılmamış olan Yugoslavya'nin bu günkü Makedonya Cumhuriyeti'nde geçiyor. Filmin başarısı, Slavoj Zižek'in bir ifadesiyle, Avrupa'nın bilinç altında var olan çingenelerin durumunu kendi penceresinden Avrupa'ya yansıtmasında aranmalı"; Özdemir bunları da yazmıştı. Kırılgan Temas'ını okuyordum Zizek'in, o nedenle aklımda yer etti o cümle. Kustarika sevmem, dedi kızım. Filmlerinden yalan akıyor. Asıl neden Srebrenica. Kustarika Srebrenica'yı görmedi, görmek istemedi. Çingeneler Zamanı'nı seyredeli çok oldu, fakat beğenmiştim, öyle hatırlıyorum. Yalanı seviyor Kustarica, bir yerde okumuştum bunu. Belki yalanı değil de hayal kurmayı sevdiğini söylemiştir, emin değilim. Bütün zamanlar Çingeneler Zamanı aslında, geniş zamanda yaşıyorlar, ne mutlu. Bilmiyorum, mutlu mu o küçük kız, göz pınarlarından inci tanesi gibi yaşlar dökülüyor. Çingene kadının peşinden sürüklenen pasaklı küçük kız, ilkokul arkadaşım Poşa kızı Beşbinaz'a benziyor, biraz da Heidi'ye; yüzü yuvarlak, gözleri kocaman ve bal rengi. Beşbinaz'ı, sınıftaki hiç bir öğrencinin yanında oturmayı tercih etmemesi nedeniyle kendi yanıma çağırmıştım. Gaz kokusu üzerime sinmiş olarak dönüyordum eve, hoşlanmıyordu bu durumdan annem; bit pire yuvası Poşa evleri. Saçları bit salgınına karşı gazyağı sürülü olarak dolaşırdı Beşbinaz, kasabanın dışındaki Poşa mahallesinden gelirdi okula.
Poşalar, müslüman olup yerleşmeyi seçmiş çingeneler.
Beş bin az, beş bin az, beş daha getirin, bindirin götürün! Niye mesela üç veya on değil de beş, bunu sormuştum ona. Babasının beş bin lira tutarında kumar borcu varmış o doğduğu sırada, o nedenle. Beşbinaz, poşa kızı, teneffüslerin okul çıkışlarının eğlencesi; kasaba dışında teneke barakadaydı eviniz.
Dünyanın bütün dışlanmışlarını ve damgalılarını koruyup gözetme duygusunu içime salan, Beşbinaz'ın iri kestane gözlerinden taşan ürkek, bir saldırıya karşı teyakkuz hali içindeki kedi bakışı olabilir.
O mahalleye gideyim deme, gidersen de sakin evlerin içine girme, diye tembih ederdi, Beşbinaz'la yakınlaşmamdan hoşlanmayan annem.
O mahalleye gider, o evlerin içine girerdim; Poşa diye aşağılanan Beşbinaz, daha fazla üzülmesin, kendini daha fazla hırpalamasın diye.
Bizim evde bir büyük sandık dolusu top var, gel bize gidelim, derdi Beşbinaz.
Eve giderdik. Sandık gerçekten büyüklüğüyle göz alsa da hep kilitli olurdu.
Beşbinaz'ların evindeki sandık, asla açılmaması, içine bakılmaması gereken hayali bir define kutusuydu. Beşbinaz ne diyorsa öyleydi. Toplar vardı içinde, talan edilmişti. Elmas küpeler kolyeler vardı, yağmalanmıştı. Bu iddialara niye inanmamalı? Yol geçen hanı gibiydi Beşbinaz'ların evi. Şehir dışında barakalardan oluşmuş bir mahalle! Beşbinaz'ın en büyük hayalinin günün birinde, kasabanın eski ve büyük evlerinden birinde yaşamak olmasına şaşılır mı... Poşa olarak işaretlenmek istemiyor, poşalığın alamet-i farikası olan bir koku yayan mahalleden kurtulmak istiyor. Bunun sanki tek yolu bir memurla evlenmek, bir şehrin içine, ta göbeğine ya da farklı istikametlerde uzayıp giden memur lojmanlarından birine korkusuzca yerleşmek... Aslında yerleşemediği halde yerleşmek; çünkü memur kişi de uzun yıllar oradan oraya gezip duracaktır, ülke sathında, hele ki arkası yoksa.
Artık insanlar memur olmak istemiyorlar sanıyordum, fakat Adana Adliyesi'nin 40 kişi alacağı sınava 4 bin aday başvurmuş; zabit katibi olacaklar.
Zabıt katibi; düşük görülen memur. Uçsuz bucaksız bir ormanın içindeymiş gibi görünen bir evdi, zabıt katibinin evi; babadan dededen kalma bir ev. Uzak akrabamız Zabit Katibi, Beşbinaz'ların adliyeye ilişkin sorunlarının çözümlenmesinde yardımcı olabilecek biriydi, ama olmamıştı. Dedesi hapisteydi Beşbinaz'ın, ormanda odun keserken yakalanmış.
Saate baktım. Kırk dakika olmuş. Kırk dakika; bir ders saati süresi, bir kitap için ayrılan günlük okuma süresi, uğraşma gerektiren bir yemeği hazırlama süresi.
Bütün dörtyollarda olduğundan çok çiçek satılır burada; hele ki nergisler.
Çarşaflı kadınlar koşuşturuyorlar şimdi. İlki geldi üzerlik saldı; günnük ağacı kokusu. Bayramınız kötülüklerden ırak geçzsin! İkincisi su damlaları serpiştirilerek canlandırılmaya çalışılmış karanfil demetini satmak istedi. Üçüncüsü ise, tuhaf ama, kiprit satıyordu.
"Kiprit değil, kibrit" diye düzeltti kızım.
"Sözlüklerde öyle, ama kiprit diye çıkıyor ses işte!"
Konuşurken 'kiprit' desem de, yazıya dökerken 'kibrit" diye yazayım, hadi... Kibritçi kız geliyor, hayır, ufak tefek ya, kadınsı bir havası var bu satıcının. Kibrit kutuları alışılagelmiş boyutta değil, kocaman. İki bölmeli. Kibrit kullanıyorsanız, uzun zaman idare eder.
Bu sıcakta kibrit satma işine kalkışmak bana muzipçe göründü; çingene muzipliği.
Tamam, gel, dedim, uzaklaşmaya yeltenmişti çünkü: Koşarak geldi. Ter içinde, hayat kavgası veriyor. Üç kutu kibrit, dokuzyüz tümen. İki beş yüzlük verdim, üç kutu kibrit uzattı ve uzaklaştı, fakat üçüncü kutu küçüktü, bildiğimiz boyutlarda; yüz tümen de onda kaldı. Yüz tümen anmaya değmeyecek bir para, ama bana emri vaki yapmasından hoşlanmadım. Kırmızı ışık turuncuya dönmüştü. yeşil ışığa görmeden bakıyordum. Kibritçi Kadın'ın paraları bluzunun içine doğru iteklerken sallanan dizi dizi beşibir yerdeler gibi parlıyordu sarı ışık: Altın dizili zincirlerle örtülüydü miniminnacık kadının sinesi, o nedenle eğlirken doğrulurken zorlanıyordu sanki.
Çarşafının altından görünen pantalonu, Hint motifleriyle süslüydü Kibritçi Kadın'ın. Altın rengi sırmalarla işliydi bordo pantalonu da...
Nasıl da korkusuz! Canına kıyarlar bu altınlar yüzünden!
Saklayacak güvenli bir yeri yoktur belki, dedi kızım.
Beşibir yerde, kutu kutu kiprit, yani kibrit satışıyla edinilen dizi dizi altın... Bir memur karısı olabildi mi Beşbinaz, bilmiyorum. Resim yapmaya devam ediyor mu, bilmiyorum. Beşbinaz muzipti; poşalığıyla dalga geçtiği olurdu, güzel resimler yapardı ve her yaptığı resimden yirmibeş kuruş alırdı. Yirmibeş kuruşları biriktire biriktire, nereye kadar gidebildiğini tahmin edemiyorum. Akıllı kızdı; tahsilini sürdürmüş olabilir, resim yapmayı sürdürüyor olabilir.
Beşbinaz farklıydı, bunu anneme anlatamıyordum. Yalancı olduğu söylenirdi sınıfta, hani o evdeki içinde bir çocuğa çekici gelebilecek her türlü nesnenin bulunduğunu öne sürdüğü büyük sandık yüzünden. Ama bence hayalperestti ve biz de zaten farklı bir bilgiye sahip değildik ki, o sandığın, anahtarı babaannesinin elinde bulunan süslü madeni sandığın içinde hakikatte neler neler bulunduğu konusunda...
Not: Sevgili Dünyabülteni.net okuyucularının Ramazan Bayramı'nı kutluyor, bayram günlerinin Ümmet-i Muhammed'e ve insanlığa hayır, bereket, barış ve asayiş getirmesini diliyorum.