Kıbrıs'ta Türk-Yunan dengesi: Mitos ve gerçek

Bazı görüşler ortaya çıktıkları ortamın köklü değişikliğe uğramasından sonra da aynen sürdürülür. Bu da onları maddi temeli olmayan ya da kalmayan 'dogmalar' haline getirir. Sanırım Kıbrıs'ta 'Türk-Yunan-Dengesi' denilen görüş de bunlardan biri.

'Türk-Yunan dengesi' Kıbrıs sorununun ortaya çıkışında olduğu gibi, çözümünde de en önemli faktörlerden biri olarak gösteriliyor. Özellikle Türk tarafının stratejik düşüncesinde 'Türk-Yunan dengesi' geniş bir yer tutuyor.

Nitekim bütün görüşmelerde olduğu gibi, Türk tarafının sunduğu son önerilerde de 'Türk-Yunan dengesini gözetmek ve korumak' adına bazı görüşlere yer verildi. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının federal Kıbrıs'ta serbest dolaşım, yerleşim, mülk edinme vs. gibi Kıbrıs Rum tarafının asla kabul etmeyeceği haklara sahip olmaları gündeme getirildi.

Bunun bir ihtiyaçtan mı yoksa ideolojik bir saplantıdan mı kaynaklandığını sorunsallaştırıp tartışabilmek için, öncelikle 'Türk-Yunan-dengesi' kavramının ne zaman ve nasıl bir ortam ve konjonktürde ortaya çıktığına bakmak gerekiyor.

'Denge' Enosis'e karşı ortaya çıktı
Kıbrıs'ta Türk-Yunan-dengesi, çıkış aşamasında -ki bu 1950'li yılların ortasındadır- Kıbrıs Rum tarafının Enosis istemine karşı ortaya atılmış bir tez. Türk tarafı 1954 yılında uluslararası bir boyut kazanan ve BM gündemine getirilen Kıbrıs sorunu ele alınırken 'Lozan Antlaşması'yla kurulan denge'den söz etmeye başladı. 1955 yılında yapılan Londra Konferansı'nda Türk heyeti tarafından dile getirilen bu görüşe göre, Kıbrıs'ta Enosis ile sonuçlanacak self-determinasyon hakkı söz konusu olamazdı, çünkü böyle bir gelişme, Lozan Antlaşması'nın 30. maddesine aykırı olurdu.

Türk heyetinin bu maddeye getirdiği yoruma göre, Türkiye Kıbrıs adası üzerindeki egemenlik haklarını yalnızca İngiltere'ye devretmişti ve İngiltere Türkiye'den aldığı toprağı Yunanistan'a devretme hakkına sahip değildi. Eğer İngiltere adadan çıkacaksa, Kıbrıs'ı eski sahibine iade etmeliydi.

Bu tezin hukuki olarak geçerli olduğunu düşünmüyorum ama Türk heyetinin Lozan Antlaşması'na gönderme yapmasının Yunan tarafını endişeye sevk ettiğini söyleyebiliriz. Nitekim Türk heyetinde görev yapan diplomatlardan Semih Günver bu konuda şöyle diyor: "Londra'da, hukuki bakımdan sağlamlık derecesi tartışılsa bile, 1955 Ağustos'unda ortaya attığımız bu tez, Yunan hükümetini şaşırtmış, telaşa düşürmüş ve uzun direnmelerden sonra, 1960 yılında Türkiye ile uzlaştırmaya yanaştırmıştır." (Semih Güvener 1985: 66)

Dönemin dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun Lozan Antlaşması'ndan söz ederek Türkiye'nin Lozan'da Kıbrıs'taki haklarından vazgeçtiğini, ancak bu haklarını İngiltere'ye devrettiğini, şimdi İngiltere Kıbrıs'tan vazgeçecekse, Kıbrıs'ın eski sahibine iade edilmesi gerektiğini öne sürmesi ve aksi halde Lozan Anlaşması'nın 'çiğnenmiş' olacağını iddia etmesi, Yunan heyetini gerçekten de telaşlandırmıştı. Nitekim dönemin Yunan dışişleri bakanı Evangelos Averof'a göre, 'yetenekli, kendini beğenmiş ve fanatik' olarak değerlendirdiği Zorlu'nun konuşmasında "Yeni olan tek şey 'Kıbrıs'ta statü değişikliğinin Lozan Antlaşması'nı değiştireceğini' iddia etmesiydi." "Zorlu, bu durumda, Türkiye'nin bazı talepleri olacağını dile getirdi" diyen Averof, devamla, bunun 'çok önemli' olduğunu, çünkü "Türkiye'nin, 'Lozan Antlaşması değişikliğe uğramıştır' görüşünden yola çıkarak ne gibi taleplerde bulunabileceğini herkesin bildiğini" dile getirir. (Averof, 1982: 76)

Kısacası, Türk tarafı Kıbrıs sorununa 'giriş' yaparken, Lozan Antlaşması'na gönderme yapıyor ve Kıbrıs sorununu jeopolitik ve stratejik bir çerçeve içinde ele alıyordu. Türkiye daha önce de 'Lozan dengesi' tezinden yola çıkarak, Yunanistan ve İtalya'ya bırakılan adaların silahsızlandırıl-masını gündeme getirmişti. 1947 yılında Paris Antlaşması'yla 'Oniki Ada' Yunanistan'a bırakılırken adaların silahsızlandırılması bir kez daha kayıt altına almıştı.

'Pasif stratejik önlem'
Kıbrıs'ta durum daha kritikti. Türk stratejik düşüncesine göre, Zorlu'nun 1 Eylül 1955 tarihinde yaptığı konuşmada belirttiği gibi, "Bu adanın hâkimi Türkiye'nin bu (güney NK) limanlarını da himaye edecek bir durum muhafaza eder. Eğer bu adanın hâkimi aynı zamanda Batı'daki adaların da hâkimi (Yunanistan NK) olursa, Türkiye'yi fiilen muhasara etmiş olacaktır. Hiçbir memleket bütün cemiyetini ne kadar dost ve müttefik olursa olsun tek bir devlete bağlayamaz." (Olaylarla Türk Dış Politikası 1977: 356)

Yukarıya aldığımız görüşler Türkiye açısından Kıbrıs'ın stratejik önemini özetlemeye yetiyor. Kıbrıs ülkesi ne 'düşman' bir gücün eline geçmeli, ne de dost olsa bile bütünüyle başka bir gücün denetimi altına girmeliydi. 1950'li yıllarda şekillenen bu politika, o tarihten sonra da hep tekrarlana geldi. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri bu nokta üzerinde ısrarla duruyor. Örneğin 1980'lerde bile Silahlı Kuvvetler Dergisi'nde şunlar yazılmaktadır: "Kıbrıs adası Türkiye'ye karşı bir ileri üs olarak kullanılmak üzere ele geçirilmesi zorunlu bir ada özelliği taşımaktadır. Türkiye içinse özel önemi olan adanın kendisini tehdit edebilecek bir gücün eline geçmesi önlenmelidir.

Buna bir anlamda 'pasif stratejik önlem' de diyebiliriz." (aktaran İlhan Uzgel 2004: 428)

Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, 'Türk-Yunan dengesi'ni korumak ve Türkiye'nin stratejik çıkarlarını kollamak şeklinde ortaya çıkan jeopolitik görüş, Enosis tehdidi karşısında şekillenmiş bir görüştü ve öncelikli olarak da Enosis'in engellenmesini hedeflemekteydi. Nitekim Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken Taksim gibi Enosis de yasaklandı. Açıkçası, Türkiye bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla kendine karşı olası stratejik tehditleri bertaraf etmiş oldu.

Soysal bile federal devlet diyordu
1960'lı yıllarda yaşanılan çatışmalar ve yeniden baş gösteren Enosis tehlikesi karşısında Türkiye hem askeri kararlılık hem de diplomatik esneklik göstererek stratejik çıkarlarını korumaya yöneldi. Bir yandan 'Enosis eşittir Savaş' diyerek askeri kararlılık gösterdi ve Enosis'in gerçekleşmesini engelledi, diğer yandan da Zürich ve Londra Antlaşmaları'nın Kıbrıslı Rumlar lehine değiştirilmesini kabul eden bir zeminde müzakere ederek diplomatik esneklik gösterdi. Görüşmeci Rauf Denktaş'a Garanti ve İttifak Antlaşmaları dışındaki konularda esneklik gösterme talimatı verildi. Kısacası, Enosis tehlikesi karşısında çok kararlı davranan Türkiye, devlet yönetimi ve anayasa konularında Kıbrıslı Türklerin sıradan bir azınlığa düşmeyeceği bir çerçeve içinde kalınması koşuluyla, daha esnek davrandı. Bu da 'Türk-Yunan dengesi korunmalı' derken, aslında öncelikle adanın Yunanistan'ın etkisi altına girmemesinin kast edildiğini açıkça gösteriyor.

1974 sonrasında Türk-Yunan dengesi sorunsalı açısından çok önemli değişiklikler yaşandı. Her şeyden önce Enosis ölmüştü. Her ne kadar bunu anlamakta güçlük çeken 'stratejistler' varsa da, Kıbrıs'ta Enosis tehlikesi olduğunu iddia etmek, olsa olsa hiçbir maddi temeli olmayan saplantılı bir görüşü dile getirmek olur. Enosis sadece dışardan bir müdahale, yani 20 Temmuz'la değişen güçler dengesi sonucunda son bulmamıştır, geçen yıllar içinde Kıbrıs Rum halkının gönlünde de ölmüştür. Bu bakımdan artık 1950'li ve 60'lı yıllardan çok farklı bir ortamda yaşıyoruz.

Bir diğer önemli değişiklik, günümüzde Kıbrıs sorunun coğrafi esasa dayalı federal bir devlet çerçevesinde çözülmesi konuşulmaktadır ki bu tez zaten Türk tarafınca ezelden beri en ideal çözümlerden biri olarak kabul edilmişti. Hatta Türk-Yunan dengesi tartışmaları bakımından Taksim tezinden bile daha iyi bir çözüm şekli olarak benimsenmişti. Nitekim 1974 Temmuz'undan hemen sonra Taksim hevesine kapılanlara karşı Mümtaz Soysal Kıbrıs'ta federal bir devlet kurulmasını savunurken şu görüşleri dile getiriyordu: "Adanın bir kısmını Yunanistan'a vermekle, Batı'dakiler yetmiyormuş gibi, Güney'de de burnumuzun dibine bir Yunan üssü yerleştirmiş olacağımızı unutuyoruz. Şimdi Kıbrıs üzerinde Anadolu'daki üsler sayesinde kurduğumuz hava üstünlüğümüzün de sonu olacak bu. Oysa geçerli ve sürekli bir federatif yapının kurulması için yapılacak ciddi çalışmalarla, hem bugünkü üstünlü-
ğümüzü korumak hem de bütün dünyanın benimseyebileceği bir çözüme varmak mümkündür." (Mümtaz Soysal 1995: 176)

Jeopolitik üstünlük Türkiye'nin
Her ne kadar Mümtaz Soysal bu görüşleri terk ettiyse de, kanımca, Kıbrıs'ta federal bir devletin kurulması Türk-Yunan dengesi açısından en elverişli çözüm şeklini oluşturuyor. Taksim'in Güney Kıbrıs'ı doğrudan Yunanistan'ın ve belki de başka güçlerin etkisi altına sokacağı kesindir. İki bağımsız devlet formülü de öyle. Bu bakımdan soğukkanlı ve rasyonel bir değerlendirmeyle bakıldığı zaman görülecektir ki sorunsuz işleyen federal bir Kıbrıs devleti hem Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini teminat altına alır, hem de Türk-Yunan dengesini en iyi şekilde korur. Hatta bu dengenin Türkiye lehine değişmesini sağlar. Türkiye ile Yunanistan'ın Kıbrıs'a eşit uzaklıkta durmaları, Türkiye'yi fiilen daha yakına getirir. Bunun basit bir nedeni vardır: Türkiye Kıbrıs'ın dibindedir, yani jeopolitik üstünlüğe sahiptir.

Ortada böyle bir tablo varken federal devlet formülünün ötesine giden taleplerle ortaya çıkmak yersiz ve anlamsız olduğu kadar, çözümün de önünü tıkar. 

Prof. Dr. Niyazi Kızılyürek: Siyaset bilimci

Kaynak: Radikal