İslam tarihinde Batı’da olduğu şekliyle özgürlük sorunu yaşanmamıştır. Bu hayli önemli bir noktadır. Batı’da köylüler, sınıflar, din mensupları, mezhepler özgürlük savaşı vermişlerdir. İslam tarihinde siyasi rejimler otoriter olsa bile yöneticiler üç aşağı beş yukarı geniş, toplumsal sivil özgürlükleri tanımışlardır. Bu, doğuda imharatorluk sistemlerinin doğasından değil, İslam dininin amir hükümlerinden kaynaklanmıştır. Tarihte devletleri ve imparatorlukları uzun ömürlü kılan da budur.
Batıda hem dini, hem sosyal, hem sınıfsal özgürlük sorunu olmuş, bu alanda ciddi özgürlük sorunları yaşanmıştır. Çünkü Batı’da her zaman devlet halkı ezmiştir. Sebebi açıktır: Devletin veya onu temsil eden kralın üstünde bir güç yoktur. Kral üstünde boyun eğeceği bir hukuk olmadığı çin “Devlet benim-kanun benim” diyebilmiş, mutlakiyetçi olabilmiştir. İslam toplumlarında ise, bir kısmı askıya alınmış omsa bile devletin, daha doğrusu yöneticilerin üstünde Münzel Şeriat vardır ki, bu bugünkü “hukukun üstünlüğü” ilkesine tekabül etmektedir. Bu yüzden İslam tarihinde özgürlük sorunları yaşandığı söylenemez. Bunun da dört sebebi zikredilebilir:
a)İçtihat özgürlüğü,
b) Farklı Müslüman mezheplerin özgürlüğü,
c) Gayri Müslimlerin din ve vicdan özgürlüğü,
d) Örfi hukuk dışında sivil hayatta medeni özgürlüklerin geniş ölçüde tanınmış ve yaşanmış olması.
İslam dünyasının bugün bir özgürlük sorunu olduğunda kuşku yoktur. Siyasi alanlardan iktisadi hayatın tanzimine, medeni ve sivil alanlara kadar, her alanda ciddi özgürlük sorunları yaşanmaktadır. Batı’dan gelen özgürlük tanımları ve felsefi yaklaşımları bizim sorunlarımızı çözmeye yetmiyor. Hukukun üstünlüğüne tekabül edecek referansların seçiminde Müslümanlar ile liberal düşünürler arasında ciddi fikir ayrılığı var. Bunun yanı sıra özgürlüklerin yoksul ve zayıf kesimlerin aleyhinde kullanılması alanlarında da görüş ayrılıklarından bahsetmek mümkün. Dahası bireyin bedenin kullanımı ve kişinin kendi hayatı üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma serbestisine sahip olduğunu düşünmesi başka görüş ayrılıklarına sebep olmaktadır. Tabii ki özgürlükler ve haklar konusunda Batı’da gelişen literatürden yararlanmak durumundayız, ama öncelikle eleştirel bakmak, kendimize özgü bir filtreden geçirmek zorundayız. Bu filtre nedir, nerede arayacağız? Tabii ki söz konusu filtre Kur’an ve Sünnet olmak durumundadır.
Özne olarak insan bir etkinlikte bulunur, bir eylem yapar. Pekiyi, insan eyleminin meşruiyet çerçevesi nedir? Bizler hangi meşru çerçeveden hareketle eylem yaparız? Eylemin içeriği ve amacı nedir? Ne kadar özgürüz, özgürlüklerimizin sınırları nerede başlar, nerede biter?
Bu soruların cevabı tarihte aranmıştır. Cebriyeci ve Kaderiye ayrımı bizde olduğu gibi Batı’da da var. Bir kısmı “Özgürlük mümkün değildir, zorunluluklar dünyasında yaşıyoruz, biz özgür olamayız” der. Mekanistler şöyle düşünmüştür: Organizmamızla zorunluyuz. Kontrol edemediğimiz istem dışı hareketlerimiz var. Doğanın yasalarına bağlıyız. Acıkırız, susarız vs. Varoluşçulara göre özgürlük mümkün değildir. Eğer doğduğum zamanı, yeri, aileyi, annemi ve babamı ben seçmediysem özgür değilim, demektir. Biz buraya, bu dünyaya bilinmeyen bir güç tarafından fırlatıldık. Doğumumuzu, yani buraya gelişimizi mahiyetini bilemediğimiz bir güç belirlediği gibi, buradan-bu dünyadan gidişimizi de aynı güç belirlemektedir. Bu kombinezonda, bizim özgürlüğümüzü kullanabileceğimiz yegane durum söz konusu olabilir ancak. O da, o gücün bizim ölüm fermanımızı imzalamasını beklemeden bizim buna karar vermemiz, yani intihar ederek burayı terk etmemiz. II. Dünya savaşından sonra bu fikri savunan varoluşçulardan birçok kişi intihar etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de “Allah istemedikçe hiç kimsenin ölmeyeceği” buyrulur. İntihar eden aslında kendi kaderini seçiyor. Her şey Allah’ın kudret eli altındadır, yine de insan kendi kaderini seçer. Ancak kaderi elinde değildir. Varlıkta ilahi bir plan vardır, her şey o plana göre işler. Bu anlamda tarih özgür değildir, tabiat da özgür değildir, insan nasıl tam anlamıyla özgür olabilir ki? Allah tarihe müdahale eder. Bize paradoks gibi görünen şu ki, Allah’ın müdahalesini insan celbedebilme imkanına sahiptir. Dua bu yollardan birdir. Allah’ın rızasına uyarak yaşamak da Allah’ın müdahalesini, yardım ve inayetini celbeder. Bedir’de Allah tarihe müdahale etti. Bir an için Bedir’de Müslümanların yenildiğini, Hz. Peygamber (s.a.)’in şehid edildiğini farzedelim. Son 1.400 yıllık tarih nasıl işlerdi? Allah Hz. Musa eliyle, İbrahim eliyle tarihe müdahale etti. Hz. İbrahim’in ateşte yandığını, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’de boğulduğunu farzedelim. Son dört bin yıllık tarihimiz nasıl gelişirdi acaba?
Batı’da özgürlük kavramı en temelde tarihi ve tabiatı Allah’a karşı özerkleştirmeyi hedefliyor. Modern telakki içinde tabiat herhangi bir müteal/aşkın varlığın müdahalesi altında değildir. Özerk bir alandır. Kendi kendine işleyen yasalarla varoluşunu sürdürür. İnsan tabiattan kopmuş bir halde tasavvur edilir. Onunla sürgit mücadele halindedir, tabiata üstün geldiği zaman hem özgürleşir, hem efendisi olur. Tabiat gibi tarih de Allah’ın müdahalesinden uzak tasavvur edildiği zaman özerkleşir, ama bu sadece insanın zihninde, yani zannında vuku bulur ancak. Allah tarihe müdahale etmediği zaman insan tarihi yazmaya, yani yapmaya başlar, kendi üstünde hiçbir efendi ve otoritenin olmadığını vehmeder. Tarih Allah’a karşı otonomlaştıkça insana ait olur. Modern insan tabiatı ve tarihi özerkleştirdiği oranda kendi bedenini de özerkleştirmiş, özgürleştirdiğini düşünmüştür. “Bu benim hayatım, benim bedenim” repliğini her yerde, televizyon ekranlarında, hatta çocukların ağzından duyabiliyoruz artık. Böyle düşünen gerçekte kendi nefsinin istek ve tutkularının esiri haline gelmiştir, farkında değildir. Farkında değildir, çünkü “Allah’ı unutmuş, Allah da ona kendi nefsini unutturmuştur”.