Kendi milletinden nefret eden milliyetçilikler

Geçen haftaki yazımda değindiğim CHP ve MHP cenahlarından seçimin sonuçlarına dair yapılan yorumlarda dile gelen “toplumun mantıksızlığı” ve ona karşı duyulan güvensizlik, hatta nefret biraz daha yakından bakılmayı gerektiriyor.

Önce, 24 Temmuz tarihli Radikal gazetesinde, İzmir’de MHP’den milletvekili adayı olan ancak seçilemeyen bir adayın sözlerinin yer aldığı bir habere göz atalım:

“Bu halka her şey layık. Bu halk ihanete göz yummuştur, bu halkla yola çıkılmaz. Ortaya çıkan bu tablodan utanç duyuyorum. Halkımız maalesef küçük paralara satıldı. Şehidine ihanet eden bir halkla karşı karşıyayız. Bu tablonun tek sorumlusu halk. Halkımız bu kadar çıkarcı olmamalıydı. Ben bütün dünyayı neredeyse dolaştım ama bu halk kadar kişiliksiz bir halk görmedim.”

Bu sözler seçimden sonra, sinirle ve hüsranla dile geldiği için hafifletici sebepler taşısa da milliyetçiliğin önemli bir niteliğini ortaya çıkarması bakımından önem taşıyor.

Seçimlerden aylar önce görüşmelerini bitirdiğimiz ve TESEV için yaptığımız araştırmada (“Milletin Bölünmez Bütünlüğü” – Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilik(ler)) elde ettiğimiz sonuçlardan biri de buydu. Yani milliyetçilik ve onun yaklaşık bütün yorumları derin bir şekilde tam da bu güvensizliği, hem kendine hem topluma duyulan inançsızlığı içeriyor ve bu yüzden de toplumu istediği gibi biçimlendirme hakkına sahip çıkıyor.

O araştırmanın bir bölümünde özetle şunları söylemiştik:

Türklüğün öne çıkarılması, bireysel veya kolektif bir başarısızlık hikâyesine ya da bir köşeye sıkışmışlığa tekabül ediyor. Şimdiki zaman içindeki bu köşeye sıkışmışlık, öte yandan şanlı bir geçmiş (büyük toplum) okuması ve yetersizliklerle, eksikliklerle deneyimlenen bir bugün (küçük toplum) arasındaki sıkışmışlıkla beraber etki ediyor. Öğrenilen ve belleklere kazınan büyük toplum referansı karşısında, bugünün küçük toplum algısı uluslararası ya da küresel güçler karşısında her an ezilebilecek bir “zayıflık” duygusu veriyor.

“Karşılaştırma” tarihe bakarak yapılabildiği gibi, daha da çok diğer toplumlara, örneğin Avrupa’ya bakarak yapılıyor. Bu karşılaştırma, özellikle ekonomik kalkınma, gelişme düzeyine bakarak yapıldığında bütün sınıfları kesen; “medenileşme” düzeyine bakıldığında ise özellikle eğitimli kesimlerde bir “tatminsizlik” görünür oluyor.

Karşılaştırma sonunda ortaya çıkan bu olumsuz durum ve eziklik, dikkat çekici bir döngünün kalkış noktasını oluşturuyor. Eziklik “suçluluk” duygusunu; suçluluk duygusu içinde yaşanılan toplum hakkında olumsuz yargıları; olumsuz yargılar “kendini aşağılamayı” besliyor ve son olarak bu aşağılanma durumundan çıkmak ve “yeniden kurtuluş” için başlangıçtaki duygunun karşı ucuna, “gurur”a savrulunuyor.

Söylemleriyle, yaşam tarzlarıyla ortalama Türkiye’yi beğenmeyen, “Cumhuriyet değerlerine” sahip çıkan seküler milliyetçiliğin (ya da ulusalcılığın) taşıyıcılarının yanısıra, milletin, toplumun kültürel değerlerine sahip çıkmayı şiar edinmiş “ortalama Türkiye”nin milliyetçiliği ya da ülkücülüğü de toplumu beğenmiyor:

Milliyetçiliğin idealindeki toplum da oldukça uzak bir hayal gibi görünüyor. Çünkü gelişmiş ülkelerle yapılan karşılaştırmada sorunun kaynağında gene bizzat Türk insanını görüyor. Bu Türk insanı her türlü “kötülüğü” yapabilecek kapasiteye sahip özellikler sunuyor. Hatta daha vahim yorumlar da mevcut: “menfaatleri” uğruna “en yakınındaki insanları satabilen” “biz-Türkler” bu vahametin kaynağını oluşturuyor.

Araştırmadan bir örnek alıntı:

“Çok çabuk provoke olduğumuz ortaya çıkıyor. Bir maç seyrediyorsunuz, bir tane seyirci galeyana gelse, birine yumruk atmaya başlasa, Amerikan filmlerindeki bar kavgalarında olduğu gibi, herkes birbirine yumruk atmaya başlıyor. Böyle bir hastalığımız var. Bu millet, millet olma vasfını kazanamamış, oturtturamamış bir millet.”

“Saflığı” nedeniyle yüksek düzeyde kandırılma kapasitesine sahip Türk ulusu, bu saflığın yanı sıra, aynı zamanda çok çeşitli düzeylerde, saflıkla pek alakası olmayan, özellikle “ahlakî” ve “kültürel” olarak da büyük zafiyet gösteren bir toplum olarak algılanıyor.

Türkler Türkleri yoğun bir şekilde eleştiriyorlar. Bu eleştiriler, en ülkücü milliyetçiden sosyal demokrat ılımlı milliyetçiye; sosyo-ekonomik olarak toplumsal hiyerarşinin en tepesinden en altına kadar kendini “milliyetçi” olarak gören çok geniş bir yelpazede farklı şekillerde dile getiriliyor. Bu eleştirilerin yoğun bir şekilde dile getirilmesi toplumda bireylerin birbirlerine karşı duyduğu güvensizliğe işaret ediyor. Bu aynı zamanda toplum olmaktaki başarısızlığı ya da toplumun kendisiyle ilgili tatminsizliğini açığa çıkarıyor.

Tabii ki, bu tespitler kolay yaşanacak bir ruh haline izin vermiyor. Bu ruh halinden, her şeye rağmen, çıkmak için tedavi edici bir söylem gerekiyor ve bu söylemle Türk olmanın “sıradan hali”nden de çıkılıyor. Bu dil sayesinde “eziklik”ten kurtulmuş; sadece “gurur” duyulabilecek bir Türklük inşa edilebiliyor. Bu şekilde izlenen yol bir ölçüde rahatlatıyor; aşağılık kompleksinden çıkışı kolaylaştırıyor.

Başka bir deyişle, “entrikacılığı içinde taşıyan”, “menfaatleri peşinde koşan”, “saman altından su yürüten”, “iki yüzlü”, “saf”, “sürü psikolojisiyle hareket eden”, “güvensiz”, “kendi değer yargılarına sahip olamayan”, “en yakınındakini satan”, kısaca her türlü olumsuz özelliği “öz”ünde barındıran bir Türklük algısıyla iç içe bir başka “öz” fikri daha kendini gösteriyor. Neredeyse “genlerde” yatan bir olumsuzluğa karşı, hemen yanı başında bambaşka paralel bir söylemde, gene “genlerde” aranan bir olumluluk ya da “gurur” duyulacak bir başka gerçeklik devreye sokuluyor. Bu haliyle, carî Türk milliyetçilikleri (ya da ulusalcılıkları) eziklik ve gurur arasında salınım yaşıyor.

Yani milliyetçilik stratejisi her şeyden önce bütün iddialarının ve retoriğinin tersine topluma güvenmemek ve onu sevmemek temeli üzerinde inşa olunan bir strateji. Ama sahip olduğu araçlar sayesinde çok güçlü bir dile sahip. Bu yüzden onun gözetiminden çıkmak çok kolay değil.

Ve işte bu yüzden, 22 Temmuz seçimleri bu güçlü, mecburî dile, milliyetçilik ve ulusalcılıkların kendi toplumunu hakir gören “korku dilleri”ne karşı, mücadele eden ve her şeye rağmen barışı isteyen “cesaretin” dile geldiği bir seçim oldu.

Bu cesaretin kendini göstermesi çok önemli çünkü cesaretin ve özgüvenin dile gelebilmesi Türkiye’de geleceğe dair umutların yaşayabilmesi ve güçlenmesi için yaslanabilecek, kalkış noktası olarak kabul edilebilecek bir referans oluşturuyor.

En azından, korkularla beslenen, her yerde ihanet arayan milliyetçiliklerin insanları tutsak eden cenderesinden, bölücülüğünden çıkmak ve bu milliyetçiliklerin altında gizli kalmış gerçek hayatı açığa çıkarmak için bu cesarete ve özgüvene sarılmak gerekiyor.

 

kaynak: gazetem.net