Kavanozdaki Türk ve İsveç Irkçılığı

Irkçılıkla ilgili en kötü şey, onun nasıl normalleştiği: yani, nasıl bütün siyasi tartışmanın yabancı düşmanlığı üzerine kurulan bir muhakemeye kaydığı; bütün entegrasyon tartışmasının ırkçı varsayımlar üzerine yapılır hale geldiği ve nasıl aslında ırkçılık karşıtı olan insanların da temelde ırkçı olan fikirleri tekrarlama tehdidi altında kaldığı, ve özellikle, nasıl bir zamanlar aşırı olarak algılanan fikirlerin, şimdilerde anaakım siyasetçilerin zihinlerine yerleştiği.

Ilmar Reepalus’un “geçici vatandaşlık” ve Fredrik Reinfeldt’in “işsizlik, orta yaşlı etnik İsveçliler arasında düşük” gibi açıklamalarını yakın zamanda zaten görmüştük. Geçtiğimiz Cumartesi ise bu isimlerin arasına, Sosyal Demokrat siyasetçi Nalin Pekgül hakkında twittera yazdığı “şakşakçı Türk” şeklindeki yorumuyla Moderat Parti’den Thomas Böhlmark da –partinin sosyal medya ile iletişim sorumlusu – katıldı.

Aslında bu ifadenin kaynağı, 2010 yılındaki seçim sonuçlarını beklerken Nalin Pekgül’ün, partinin o zamanki lideri Mona Sahlin’in konuşmasını kuvvetli, uzun ve sık sık alkışlaması hakkındaki bir video klibe dayanıyor. Hem Pekgül hem de Sahlin İsveç aşırı sağının önde gelen nefret objesi olduklarından dolayı, Pekgül’ün “şakşakçı Türk” olarak isimlendirildiği alaycı videoların Youtube’da ortaya çıkması pek uzun sürmedi.

O zamandan beri, bu isim (yani, “şakşakçı Türk”), aşırı sağcıların internette yoğun olduğu ortamlarda – mesela Flashback forumu ve Nazi web portalı nordisk.nu – Pekgül’ün takma adı olarak yerleşti ve Böhlmark bu ifadeyi kullanana kadar, bu takma isim aslında sadece aşırı sağcılar tarafından kullanılıyordu.

İktidar partisinin sosyal medya ile iletişimden sorumlu üyesinin açıkça aşırı-sağcılardan ilhâm almış olması tabii ki inanılmaz bir durum. Fakat bu olaya mahsus olmak üzere, buradaki normalleşmenin nasıl gerçekleştiğini anlamak da son derece kolay.

Bakıldığı zaman, “şakşakçı Türk” aslında internetteki komik/alaycı “Türk videoları” arasına en son eklenenlerden biri. Örneğin “Orman Türk” adlı video, Youtube’da 2.7 milyon defa izlendi ve komedi klasikleri arasına girdi. Bu videoda, ormanda piknik yapanların attığı bir frisbee, orada yürüyen bir adamın kafasına isabet ediyor ve adamın elindeki şarap üzerine dökülürken, sinirlenen adam olayı kavgaya doğru götürüyor. Türk olduğu söylenen, ama aslında Irak kökenli olduğu anlaşılan adam başka birçok parodiye ve devam videolarına ilhâm oldu: Dağ Türk, Kuş Türk, Gitar Türk ve diğerleri. Bunların hepsi de son tahlilde aynı temel üzerine kurulu: aksanlı bir İsveççe konuşan, agresif, küfür eden, şiddet kullanmakla tehdit eden ve genelde kaba davranan bir adam.

Türk videoları hızlı bir şekilde bir çeşit halk eğlencesine dönüştü ve bu video oluşturma sürecine herkes kendi Türk’ünü yaparak katılabiliyordu. İnternetteki “Türk”’lerin sayısı katlanarak arttı ve trend uzmanı tv-ikilisi Filip ve Fredrik 2010 yılı Yeni Yıl şovlarında, Bosna doğumlu bir Värmland’lıyı, “Şoför Türk” videosu dolayısıyla “Yılın Türk”’ü olarak seçtiler.

Videolardan bazıları aslında gerçekten komik. Mesela ben de “Orman Türk” adlı videonun klasik repliğine – “Kim attı onu?” – hem güldüm, hem de videoyu başkalarıyla paylaştım. Ama buradaki sorun, bu videoların ırkçı bir düşünce biçimi üzerine kurulmuş ve agresif ve medeni olmayan davranışların “Türk” etnik kimliğine bağlanmış olması.

Bu ilişkilendirme de aslında yeni birşey değil. Örneğin, ben 1990’ların başlarında Södertälje’de büyüdüm ve o zamanlar “karakafa” ve “Türk” tamamıyla birbiriyle eşanlamlı olarak kullanılırdı ve bu da göçmenler ve onların çocuklarına yönelik en yerleşmiş küfürlerden biriydi. Süryaniler, Lübnan’lılar, Yunan’lılar ve Kürt’ler – hepimiz Türk’tük. “Kavanozdaki Türk, kötü kokar” deyişi ortaokulda bahçede bile söylenirdi ve bizim Türk olmamamız ya da ailelerimizin gerçek Türk’lere karşı siyasi ya da tarihsel birçok sebepten dolayı kin tutuyor olması da hiçbir şey ifade etmezdi. “Türk” bütün ırkçılık için temel bir kategori haline gelmişti. “Türk’ler dışarı” sözleri merdiven boşluklarına yazılmıştı. Bazı giysiler ve takılar, örneğin Adidas ayakkabılar, “Türk izi” almıştı ve bu veba damgası çabucak yayılmıştı. Nöbetçi dükkanlar “Türk hayatı” oldu. Hip hop müzik çalan kulüpler “Türk yerleri” haline geldi. Mahallelerin karakterleri “Türk gettosu” şeklinde değerlendirilebiliyordu ve bu da genellikle oraların tehlikeli olduğu anlamına geliyordu.

Aslında, diğer göçmenlerle karşılaştırıldığında, İsveç’te o kadar da çok Türk yaşamıyor. Örneğin Södertälje’de kendini Türk olarak nitelendiren çok az kişi vardır. Ama yine de “Türk”, ten renginde orta derecede koyu pigmente sahip insanlar için kullanılan aşağılayıcı bir terim olmaya devam ediyor. Birçok yeni kelime de bu duruma delil olarak gösterilebilir: “Türk banyosu” (yıkanmadan sadece deodorant sıkılmasını ifade ediyor), “Türk tomarı” (vergisi ödenmemiş binlik ruloları ifade ediyor) ve “Hobi Türk” (etnik olarak İsveç’li olan, ama göçmenler gibi davranan kişileri ifade ediyor) bu duruma üç açık örnektir.

Bununla birlikte, koyu renkli saçlı herkesi toptan aynı kategoriye koyup, hepsine “Türk” demek aslında eski bir tavır. “Türk”, en azından 500 yıldır Müslümanlara karşı nefretin yansıdığı temel alanlardan biriydi ve Avrupa’daki en uzun ırkçılık tarihine sahipti. Bugün de İsveç’te siyasi olarak en uygun ırkçılık aracı haline geldi.

İsveç ve Avrupa tarihi boyunca “Türk”, modaya göre zaman zaman kendisiyle alay edilen, bazen egzotikleştirilen veya bazen de şeytanlaştırılan oldu. Ortaçağlardan bu yana birçok Avrupa dilinde, Türk’lerin kötü kokusuyla, kaba davranışlarıyla ve genel olarak kötülükleriyle ilgili birçok deyiş yerleşmiştir. Reformcu Martin Luther daha 1500’lü yıllarda Türk’ün (diğer deyişle bütün Müslümanların), “bir köpek ve bir şeytan olduğunu, katilden ya da hayduttan başka bir şey” olmadığını net bir şekilde ifade etmişti ve katilin kılıcına boyun eğmemek için yapılabilecek tek şeyin, katilin kendisini yok etmek olduğunu söylemişti. Bundan ikiyüz yıl sonra sözümona “köpek Türk” miti büyüdü, büyüdü ve Yakın Doğu ve Hıristiyan toplumları arasında bir yerde yaşadığı söylenen yarı-insan, yarı-canavar, kurtadam-vari birşeye dönüştü. XII’nci Karl’ın (Demirbaş Şarl), Türk’lere borçlandığı ve bu borcunu ödeyebilmek için her yıl düzenli olarak “köpek Türk”’e tuzlanmış ceset varilleri gönderdiği rivayet edilir. İşin inanılmaz olan tarafı ise bu hikayenin 1940’lara kadar İsveç evlerinde anlatılagelmiş olmasıdır.

Thomas Böhlmark siyasi rakibini “şakşakçı Türk” olarak çağırarak alay etmeye çalıştığında, aslında kendisini bu uzun ırkçı geleneğin içine eklemiş oluyor – yani bir etnik grubu kötü bir genel kavram olarak kullanma geleneği. Bu, muhtemelen bilinçsizce yapılan bir hareketti, çünkü bütün herşey, sosyal medyada yapılan özel bir tartışmadan ilhâm almış ve tek başına hareket eden bir bireyin zayıf muhakemesine işaret ediyor gibi görünüyor. Diğer taraftan ise, ırkçılığın bilinçli olmasına gerek de yok, nitekim ırkçılığın büyük bir kısmı aslında bilinçli kötü niyetten değil, daha ziyade rutin ve davranışlara işlemiş alışkanlıklardan kaynaklanıyor.

Yine de Böhlmark’ın eleştirilmesi aslında memnunluk verici bir durum, çünkü bu, rutin ırkçılığın dahi bir karşı-duruşla karşılandığını gösteriyor. Fakat eğer Böhlmark’ın “şakşakçı Türk” potundan gerçekten bazı dersler alınmak isteniyorsa, o zaman bu mesele Böhlmark’ın bir ırkçı olarak nitelendirilmesi gibi kolaycı bir yolla bitirilmemeli ve dondurucuya atılmamalı. Çünkü böyle bir davranış, bizi daha az ırkçı bir topluma doğru kesinlikle götürmeyecektir.

Eğer gerçekten bazı dersler almak istiyorsak, sinsi ırkçılığı da anlamalıyız: yani ırkçı davranışlarda bulunan insanların çoğunun aslında iyi insanlar olduklarını ve iyi niyetlere sahip olduklarını. Çoğu durumda aslında, canavar yoktur; sadece alışkanlık vardır.

Gün ışığına çıkarmamız gereken işte bu cin, çünkü o cin ancak o zaman başarısız olacaktır.

Dünya Bülteni için İsveççe'den çeviren: Feyzullah Yılmaz