“Bir görüntüyü katlanılmaz kılan nedir?” Soruyu Jacques Ranciere , “Özgürleşen Seyirci” isimli kitabında “Katlanılmaz Görüntü” başlığı altında tartışıyor. Sefaletin, açlığın, şiddetin doğrudan görüntüsü vicdani melekelerimizi “kanırtarak” harekete geçirirken uzun vadede duyarlığımızı silikleştiren bir etkiye mi sahip oluyor?
Somali’de açlıktan ölen çocukları bütün gerçekliğiyle sergileyen fotoğraf sanatçısı, oluşturduğu kolay etki nedeniyle sanatçı sayılmıyor, eseri de ola ki pornografik bulunuyor. Bunun yerine, soykırım fotoğraflarında olduğu üzere fotoğraf sanatçısının eserini daha fazla emek vererek, kurgusunu da çok zıt ifadelerle birleştirme suretiyle inandırıcılığını yitirmesine izin vermeyecek bir dille oluşturmasının amaca, yani izleyen kişileri değişmesi umulan olay veya duruma müdahaleye çağıran bir etkisi olacağı şeklinde bir görüş sürülüyor ileriye. Bu görüşe karşı da kimileri dolayımlılık içinde görünenin dehşetin bildirisi değil, olsa olsa sanatçının fantezisi sayılabileceğini öne sürüyorlar. Katlanılmaz olan aynı zamanda görüntünün mesajını zorlukla okutan bir tür estetikleştirme.
Görüntünün ayartıcılığına açıyor belgeselciliğin düz mantığı, insan bilincini. Bu işler o kadar kolay değil; Güney Afrikalı bir fotoğrafçı Kevin Carter ki zamanında bir tür aktivistmiş anlaşılan; intihar etti sonunda, yerde emekleyen ve açlıktan ölmek üzere olan küçük bir kızı, bu esnada arkada leş yiyici bir akbabanın onun ölmesini beklediğini gösteren fotoğrafına gelen büyük tepki üzerine. “Niye çocuğa yardım edecek yerde fotoğraf çekmeye koyuldu” sorusuna vereceği cevap hiçbir şekilde kabul edilemezdi kendi vicdanı sathında da.
Sorun karşısında çözüm üretmenin yolu görüntünün edilgenliğinin ve yabancılaşmış hayatın karşısına canlı eylemi koymaktır. Eyleme çağırmak için öncelikle ekranı siyaha boyamak gerekmez mi? Bunu kimden bekliyoruz? Mesela “Derelerin Kardeşliği” gibi kayda değer insiyatifler gerçekleştirerek hes’lere karşı çıkan değerli insanlar, bir süreliğine de olsa cep telefonu kullanmamayı göze alabilirler mi…
Afiş sadece bir görüntü olmaktan öte geçmeyi başaramıyorsa, maksatlı bir dizge içinde yer tutması ya da kendi içinde tutarlı kalmasına izin vermeyen bir sunuma açık olmasıdır bunun nedeni. Söz gelimi Hollanda’da iflasını ilân eden çokkültürlülüğe ilişkin herhangi bir afiş Benetton’un canlı renklerini paylaşan bir fotoğrafı çağrıştırır kolaylıkla. Kaburgası sayılan Somalili kız çocuğunu gösteren fotoğrafla afişleri 2007 Milano Moda Haftası boyunca tüm İtalya’ya yerleştirilen anaroksik mankenin çıplak görüntüsü bir arşiv kazasıyla yer değiştirebilir ekranda.
Bir deri bir kemik çocukla ziyaretçisi arasındaki mesafe kapanmak bilmiyorsa, sebebi belki güneş gözlüklerinin sağladığı korunmada dile gelen safari havasıdır, Ayşe Böhürler’in Yeni Şafak’taki yazısında yer verdiği, Türkiye’den Somali’ye giden “yardım ekibinin” üyelerinin ziyaret sebebi çocuklarla arasındaki mesafenin kapanmasına izin vermeyen teatrel yaklaşımları yanında Emine Erdoğan’ın dert ortaklığının sahiciliğine dair izlenime katılıyorum. Çocuklarla iletişimi ekran ölçekli tasarımlarla sınırlı değil, bunu beden dilinden anlıyorsunuz. Açlık çeken çocuğun tenine dokunurken arada bir mesafe olduğunu hissettirmiyorsa Emine Hanım, bunun sebebi iki türlü tanımadır: 1) Emine Hanım Somali gerçeğinden bihaber değil. 2) Onları her türlü belaya müstahak insan altı varlıklar olarak gören Aydınlanma zihniyetinin kirli atıklarıyla zehirlenmemiş yüreği.
Öte taraftan medyanın sunduğu dehşet görüntüleri sağanağının vicdanımızda oluşturduğu etkiyi sönümlendirdiği iddiası da hâlâ tartışmaya açık. Binlerce görüntü arasında elenenleri bilmemekle kalmıyor, sunulanların içeriğini de seçilmiş yorumcular aracılığıyla kavrıyoruz. Ranciere’in dediği gibi, “medya bu tür görüntülerin manasını basit bir şekilde tekrar tekrar açıklamaktan başka bir şey yapmaz; bu açıklamayı aşacak her şeyi eler.”
Katlanılmaz görüntü gerçeği yansıtmıyor değil, fakat eleştirel mesafeye izin vermezliğiyle doğrudan hayat düzenimizi tehdit ettiği için eleniyor, yeni düzenlemelere tabi tutuluyor. Ekrandan görüntüler akmalı, Somali belgeselini seri cinayetleri konu alan bir dizi takip edecek. Gerçeğin dehşetini yatıştıran kısmen kurgu ile gerçeğin işte böyle sürüp giden akışıdır da; gösteri devam etmeli. “Başka sağduyu biçimleri, yani başka uzay-zamandaş düzenekler, başka kelimeler ve şeyler, biçimler ve anlam ortaklıkları oluşturmak”tan söz ediyor Ranciere… Ruanda katliamını, ailesinin katledildiğini gören bir kadını sadece gözleriyle göstererek, katliamı gören gözlerin bakışı üzerinden de yansıtabiliyor ekran; Alfredo Jaar’ın” Gutete Emerita’nın Gözler”i ismini taşıyan enstalasyonu veya yerleştirme tekniğinde.
Dehşetin sıradanlaşmasına sebep olan çok sayıda dehşet görüntüsü değil, bu görüntülerin kendine has politikasıdır. Sıradan herkesin bu konularda görmeye ve konuşmaya muktedir olmadığını bize bildiren uzmanların kapalı ifadeleri, görüntülerin sunduğu dehşetle aramızda başka türlü bir mesafe açıyor. Ancak bir de yüreğin oralarda her zaman işte öyle şeyler yaşandığı fikriyle kendimizi avutmamıza izin vermeyen açıklamaları var. Görüntüyü izlerken gözün içinden bakıyor veya bakmıyor olabiliriz, göz pınarlarımız dolu ya da taşlaşmış olabilir. Somali’ye kadar gittiğimiz halde bile açlıktan ölen çocukları tanımamıza izin vermeyen bir mesafeye kilitlenmiş olabilir benliğimiz. Ya da tersine, nerede olursak olalım Somalili çocukların atılmasına açıktır kucağımız, gözün içinden görme çabamız nedeniyle.
Ekrandan akan ya da afişlerden yayılan görüntülere dair zihinlerimizde yer eden kanıları karıştıran, bu bağlamda yeni baştan düşünmeye sevkeden aydınlatıcı bir metin, Ranciere’nin “Katlanılmaz Görüntü”sü; “tercihe şayan olan” konusunda dönüp dolaşıp aynı noktaya geldiğimiz hissine kapılsak bile.