Kapımızı çalan insani kriz


    Almanya'da çilingirlik yapan, yani anahtar işiyle uğraşan bir tanıdığım var.

    O anlatmıştı:

    -Bazan beni Alman polisi iş için çağırır. Bir evin kapısı açılacaktır. Evden kokular gelmekte ve uzunca bir süredir o eve girip çıkan olmamaktadır. Komşular polise haber vermişlerdir ve polis evin kapısının çilingir tarafından açılmasına karar vermiştir.

    Gelirim, kapıyı açarım.

    İçerden televizyon sesi gelir.

    Kuşkulanılır. Acaba içerde birisi var mıdır?

    Salona varıldığında, televizyonun karşısındaki bir berjer koltukta, günlerce önce ölmüş, çoktan bozulmuş, kokuşmaya başlamış yaşlı bir erkek, ya da kadın cesedi görülür.

    Bu görüntüye defalarca rastlamışımdır.

    Böyle anlatmıştı Almanya'da çalışan çilingir ustası tanıdğım.


    ***

    Bunu neden hatırladım?

    Bugünkü gazetelerde çıkan bir haber dolayısıyla:

    Haber UNESCO ödüllü 51 yaşındaki bir sanatçımızın evde ölü bulunduğunu bildiriyordu. Polis, sanatçının evinde bir miktar uyuşturucu ve enjektör de bulmuştu.

    Evet, Batı'da çoktandır gündemde bulunan sosyal sorun, adım adım bizim ülkemizin de kapılarını çalmaktaydı.

    Batı'da "yalnız adam kültürü" deniyordu.

    O noktaya geliş yıllar sürmüştü.

    Evlilik müessesesi önemli ölçüde aşınmıştı.

    Kadın ve erkek, gençlik döneminde aile oluşturmadan birlikte yaşıyor, usanınca ayrılıyor, yeni birlikteliklere doğru uçuyordu.

    Ama gençlik hep devam etmiyordu.

    Henüz ebedi gençlik aşısı bulunmuş değildi.

    Beden yaşlanıyor ve cinsel cazibesini veya gücünü kaybediyordu.

    Sonra?

    Sonra ailesiz yalnızlıklar geliyordu.

    Hoş aile olsa bile, orada da, anne – baba- çocuk ilişkileri karmakarışık hale gelmişti.

    Bireyci dünya görüşü, karı – kocayı da, çocukları da kısa süre içinde savuruyordu.

    Aldatmalar, boşanmalar, yeniden evlenmeler, eklemli aileler, eklemli aileler içinde üvey anne- üvey baba- üvey çocuk savrulmaları... 

    Neredeyse, Batı'da ailenin başına gelmeyen şey kalmamıştı.

    İşte tüm bunlar, bir süre sonra yalnızlaşmayı doğuruyordu.

    Yaşlanmışsanız, kapınızı çalacak bir kişinin bulunmamasını göze almak zorundaydınız.

    Adresiniz ya huzurevi ya yalnız bir dünya olacaktı.

    Aparmtan hayatları, yalnızlığı gidermiyordu.

    Çünkü o uygarlık içinde apartman da, bireyselleşmenin kalın duvarını yıkamıyordu. Alt alta, üst üste, yan yana daireler içinde birbirinden kopuk dünyalar oluşmuştu.

    Bütün bunların sonucu huzurevi dramları...

    Yarını beklemek için bir sebebi kalmamış yaşlıların intiharları...

    Ya da işte, çilingir tanıdığımızın anlattığı gibi, ölümünden ancak ceset kokuştuğunda haberdar olunan yalnızlıklar idi.

    Peki bu gidiş karşısında Batı'da kimsenin yaptığı bir şey yok muydu?

    Papalık bir süredir sesini yükseltiyor.

    Aileyi savunuyor.

    Uyuşturucu bağımlılığına karşı duyarlılık geliştirmeye çalışıyor.

    Cinsel savrulmanın getireceği tehlikeleri anlatıyor.

    Çocuklara dini eğitim verilmesi noktasında çaba sarfediyor.

    Mesela Katolik bir ülke olan İspanya'nın başkenti Madrit'te, pazar günü, kilisenin öncülüğünde, sosyalist hükümetin getirmek istediği eşcinseller arası evlilik gibi, kürtaj serbestliği gibi bazı uygulamalar karşısında 1.5 milyon insan protesto gösterisi yaptı.

    Batı toplumu, aileye karşı işlediği suç ve cinsel savrulma alanında duvara tosladığını gördü ve dönmeye çalışıyor.

    Biz Türkiye olarak neredeyiz?

    O, bize özgü sağlamlığı ile övündüğümüz aile yapımız aynı yerde duruyor mu?

    Mahsun Kırmızıgül'ün bir huzurevi ortamını eksen alan Beyaz Melek filmi büyük ilgi gördü. Girip seyredenler göz yaşlarına hakim olamadılar.

    Acaba neden?

    Ana babalarımıza karşı işlediğimiz suçların farkına mı vardık, yoksa içimizde hala var olan insani duygular su yüzüne mi çıktı?

    Uyuşturucu ne kadar sardı çocuklarımızı?

    Cinsel savrulmaların neresinde insanımız?

    Evlilikler ne durumda?

    Boşanma dosyaları kaç metre yükseldi?

    Aile mahkemelerinde yaşanan çocuk dramları kaç tv dizisini besleyecek yoğunluğa ulaştı?

    Biz, Müslüman bir toplum olarak, kendimizi, Batı'nın sürüklendiği iklimden koruyabiliriz, diyecek durumda mıyız?

    Yoksa Batı'nın toslayıp geri dönmeye çalıştığı duvara doğru bütün hızımızla koşmakta mıyız? 


    ***

    Gazeteler, yılbaşı gecesi Taksim'de bir turist kızı 50 kişinin taciz ettiğini ve turist kızın bir eczaneye sığınarak kendini kurtardığını yazıyor.

    Bu Türkiye kesiti, bizim insanlık standardımıza uyuyor mu?

    Ben bunun adına "insan krizi" diyorum.

    Bu kriz ne yazık ki, küresel bir kültür haline geliyor.

    Aslında insanlık adına bir alarm verilmeli...

    Ama kim verecek?

    Bence bu soru, İslam'ı evrensel bir insalık çerçevesi olarak görenler için çok önemli.