Kapatma dosyasında laiklik tartışması

Laiklik tanımını yalın içeriğinden uzaklaştırdıkça, çözümün değil sorunun parçası haline mi getirdik?

 

Bizim nesil laikliği ilkokul yurttaşlık bilgisi dersinde "Din işlerinin devlet işlerinden ayrılması" olarak öğrendi.
Son derece basit ve anlaşılırdı.
Bu tanım, örneğin tek parti devrinde CHP'nin On Beşinci Yılı için hazırlanan ve Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından az önce tanımlanan (dolayısıyla hasta yatağında ne kadar inceleyip onayladığı kuşkulu) kitapta (Radikal, 8 Ekim 2006) verilen tanımdan da daha basit ve daha az dışlayıcı idi. 1938'deki CHP'nin tanımı şuydu: "Türkiye Cumhuriyeti dinlerden ve dinlerin koyduğu naslardan değil, hayatın kendinden ve onun müzpet icap ve ihtiyaçlarından mülhem olarak işleyen bir devlet mekanizmasıdır.
Devlet ve dünya işlerinde dinin hiçbir tesiri yoktur. İşte bu prensipe laiklik derler."
Bu tanımdaki 'devlet ve dünya işlerinde dinin hiçbir tesiri yoktur' gerçekçi olmayan bir tanım. 'Yoktur' yerine 'olmamalıdır' denmiş olsa
farklıydı ve yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğimiz gibi, örneğin ABD'deki, Avrupa'nın çoğundaki laiklik anlayışıyla aynı olurdu.
Bu tartışma, 23 Nisan 2006'da dönemin Meclis Başkanı Bülent Arınç'ın "Laiklik yeniden tanımlanmalı" sözleriyle yaygın olarak yeniden açıldı ve bir yıl sonra zirveye ulaşacak olan cumhurbaşkanlığı seçimi krizinin asli konularından birisi oldu. O günlerde, Arınç'a hatırlatılan Anayasa'nın 24'üncü maddesinin yaptığı tarif ise şöyle: "Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne surette olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez, kötüye kullanamaz."
Bugüne geldiğimizde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın AK Parti'nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu 14 Mart 2008 tarihli iddianamede, mahkemenin 1989 ve 1995 yılında aldığı iki karardan derlenip özetlenmiş daha da ayrıntılı bir tanımla karşılaşıyoruz: "1-Dinin devlet işlerinde etkili ve egemen olmaması, 2-Dinin, bireyin manevi yaşamına ilişkin olan dini inanç bölümünde, aralarında ayrım gözetilmeksizin, sınırsız bir özgürlük tanınarak dinlerin anayasal güvence altına alınması, 3-Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamu düzenini, güvenliğini ve yararını korumak amacıyla sınırlamalar yapılması ve dinin kötüye kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklanması, 4-Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatıyla, dinsel
hak ve özgürlükler konusunda devlete denetim yetkisi tanınması." (İddianame, s.16)
Yalçınkaya, laikliğin Türkiye'deki uygulamasının Batı'da farklı olduğunu, çünkü İslam'ın hayatın her alanını tanzim ettiği dolayısıyla ortada bir tür kan uyuşmazlığı olacağı değerlendirmesini de yapıyor. Bu yönüyle aslında Başsavcı, yıllar önce 'Ya laik olursun, ya Müslüman' demiş olan Başbakan Tayyip Erdoğan ile aynı noktada buluşmuyor mu?
CNN Türk Genel Yayın Müdürü Ferhat Boratav'ın dün gönderdiği e-postada okuduğum bir konuşma ise başka ve güzel bir örnek sunuyor. Konuşma, yapıldığı 12 Eylül 1960 günü henüz ABD Başkanı seçilmemiş Demokrat Parti adayı Senatör John F. Kennedy'nin. Katolik inancındaki Kennedy, hakkında çıkarılan 'Kararlarını Katolik ölçülerine göre verecek' şayialarına son vermek için Protestan din adamlarından oluşan bir topluluğa bakın ne demiş:" Gazetelerdeki yaygın söyleyişin aksine, ben başkanlık seçiminin Katolik adayı değilim. Ben Demokrat Parti'nin başkanlık adayıyım ve bir tesadüf olarak da Katoliğim. Kamusal konularda, kilisem adına konuşmam kilisem de benim adıma konuşmaz.
Başkan olarak, önüme hangi konu doğum kontrolü, boşanma, sansür, kumar ya da başka meseleler- gelirse gelsin, işte bu görüşler doğrultusunda, vicdanım neyin ulusal çıkarımıza olduğunu söylüyorsa o yönde
ve dış dini baskılar ya da zorlamaları tümden gözardı ederek karar vereceğim.
Ve eğer bir gün gelir de, görevim beni ya vicdanımı ya da ulusal çıkarımızı çiğneme zorunluluğu karşısında bırakırsaki herhangi bir çatışmanın bu önemde olacağına en ufak bir ihtimal bile vermiyorum- o an görevimden istifa ederim."
Yani, 1- Kennedy, devlet işleyişiyle ilgili kararlarını almak için dini referanslara başvurmayacağını, örneğin Başbakan Erdoğan'ın türban meselesinde söylediği gibi "ulemaya sormak" gereğini duymayacağının, inancıyla çelişse dahi tercihinin ulusal çıkar olacağının sözünü vermekte, 2- Buna karşılık, inancından vazgeçmek yerine Başkanlıktan istifa edebileceğini bildirmekte, ama kimse de zaten ondan inancını terk etmesini istememektedir.
Kennedy de din işlerini devlet işlerine karıştırmayacağı sözüyle iki ay kadar sonra Başkan seçilir ve "Tanrı yardımcım olsun" yeminiyle göreve başlar.
Görüldüğü gibi laiklik türünden toplum-devlet ilişkisinin ortak paydasını oluşturan hassas konular, ayrıntılara girdikçe, içinden çıkılmaz ve çözümün değil, sorunun bir parçası haline geliyor.

Kaynak: Radikal