Kaosun Eşiğindeki Pakistan

Pakistan’ın başkenti İslamabad’taki Lal Mescid’e (Kırmızı Mescid’e) ve onun uzantısı durumundaki -kızların eğitim gördüğü- Hafsa Medresesi’ne karşı düzenlenen operasyon ile âdeta Pandoranın Kutusu açılmış ve içindeki kötülükler Pakistan’ın her yerine yayılmaya başlamıştır... Bu kutudan çıkan şiddet, kan, istikrarsızlık ve güvensizlik, ülkeyi hızla, sonucunu kimsenin kestiremediği bir kaos ortamına doğru sürüklüyor.

 

Ancak bundan daha tehlikelisi, Pakistan’ın bir taraftan Çin ve Hindistan gibi iki büyük devlete, diğer taraftan da İslâmî bir devrim gerçekleştirmiş olan ve nükleer hayaller kuran İran’a komşu olması nedeniyle, oradaki kaosun Asya’daki bütün dengeleri derinden etkilemesi ihtimalidir.

 

Diğer taraftan Pakistan, ABD eski Başkanı Jimmy Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniev Brzezinski’nin yaptığı sınıflandırmaya göre, Süveyş’ten Çin’e uzanan yeni bir uluslararası bloğun içinde yer alıyor.

 

Burada şu hususa da dikkat çekmek gerekiyor: Asya’daki dengelerin bozulmasına her şeyden önce Amerikan’ın ihtiyacı vardır ve bu dengelerin bozulmasında herkesten çok çıkarı olan da yine Amerika’dır. Çünkü Amerika söz konusu dengelerin bozulmasıyla, kendisini tek kutuplu dünyanın liderlik koltuğundan edebilecek yeni uluslararası blokların oluşmasını sabote etmeyi planlıyor.

 

Amerika Birleşik Devletleri, Çin’deki ve Hindistan’daki yükselişin ve ilerleyişin, Rusya Federasyonu ile birlikte çok kutuplu bir dünya sistemine doğru ilerlediğinden emin olunca, onların yükselişinin ve ilerleyişinin önünü kesecek olan, zıt istikametteki (negatif) bir gücün şart olduğuna karar verdi. İşte bu negatif güç Pakistan’dır. “Yapıcı kaos” ise bu gücün oluşumunun aracı ve gerçekleşme şartıdır.

 

Dolayısıyla buradaki “yapıcı kaos”un, kısa sürede devletin ve toplumun çöküşüne yol açacak bir patlama durumu değil, aksine, bir dönüşüm hali olduğuna dikkat çekmek gerekiyor.

 

Bu negatif gücün unsurları ise üç temel dinamikten oluşuyor: İktidardaki otorite, iç (grupsal) oluşumlar ve egemen Amerikan gücü.

 

İktidardaki otoritenin rolü, iktidarda kalmaya devam etmek şeklinde ortaya çıkıyor. Bu durum ise onu, toplumsal kaynaşmaya ve kenetlenmeye yönelik siyaset sergilemeye değil, aksine yönetilen toplumu parçalamak için çalışmaya sevk ediyor. Böylece onlar üzerindeki egemenliği daha kolaylaşacak ve bütün toplumsal ilişkilerde tek mercii haline gelecektir. İnsanlar sadece onun kanallarından, onun gözetiminde ve onun hakemliğinde birbirlerine ulaşabilecektir.

 

Sonuçta özgürlüğünü kaybetmiş olan toplum, iç kenetlenmeyi gerçekleştiremeyecek; aksine bu kenetlenme dışarıya bağlı hale gelecektir. Yine bu kenetlenme ancak dinî, mezhebî veya etnik taassuba dayalı olarak gerçekleşecektir. Diğer taraftan iktidar, güvenlik ve güvenliğin sağlanması üzerinde yoğunlaşacaktır; ancak iktidarın güvenliği, vatanın güvenliğinden önde tutulacaktır.

 

İç (grupsal) oluşumların rolü ise, grupsal siyasetin lehine, ulusal siyasetin gerilemesi şeklinde ortaya çıkacaktır. Buna bir de bu oluşumların devlet düşmanlığını eklemek gerekecek.

 

Devlet Düşmanlığı Modeli

 

Pakistan örneğinde “devlet düşmanlığı” modelinin en açık örneğini “Kırmızı Mescid” ve eklentileri sunuyor. Bu oluşum devletin uzmanlık alanına giren görevlere soyunmuştur ve tutulan bu yol kesinti kabul edecek gibi de gözükmüyor.

 

Burada Pakistan’ın, geleneksel müesseseleri muhafaza eden İslâm devletlerinden biri olduğunu zikretmek yerinde olur. Ve bu müesseseler, aşamalı siyasî ve toplumsal gelişmeler yoluyla oluşacak modern güçlerle alt edilemeyecek kadar güçlü bir etkiye sahipler. Örneğin Pakistan’da 13 bin dinî medrese ve buralarda öğrenim gören bir milyondan fazla öğrenci bulunuyor.

 

Pakistan’ın İngilizce olarak yayın yapan en büyük gazetesi durumundaki “Fecr” şöyle diyor: “Lal Mescidi operasyonundan bazı derslerin çıkarılması gerekiyor. Söz konusu mescitteki iki kardeşin (Abdulaziz ve Abdurreşid Gazi kardeşlerin) benzerleri ülkenin değişik yerlerinde mevcutlar. Para ve silaha sahip bu kişiler kendilerine tâbi olanların beyinlerini yıkıyorlar. Onlara tâbi olanlar, masum ve inançlarında samimi olabilirler; ancak liderlerinin yaptıkları genellikle cezasız kalmaktadır. Onun için hükümetin bu beyinlerin takibinde olması gerekir.”

 

Ortada dört faktör var ki, bunlar, en küçük bir şüpheye yer olmaksızın,  söz konusu beyinlerin çalışmasına verimli bir zemin hazırlıyor:

 

1- Pakistan’da okuma-yazma bilmeyenlerin çok oluşu. Bu kimseler neredeyse nüfusun %70’ni oluşturuyorlar.

 

2- Yoksulluk oranının yüksekliği. 160 milyonluk Pakistan nüfusunun 70 milyonu yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

 

3- “Teröre karşı savaş” olarak isimlendirilen mücadelede Pakistan’ın Amerika Birleşik Devletleri’ne ortaklık etmesi. Pakistan halkı bu durumu kabullenmiyor ve buna razı olmuyor.

 

4- Pakistan ordusunun tutumu yüzünden, geleneksel partilerden (gruplardan) mutedil olanların zayıf kalması. Bu durum İslâmcı güçlere boşluğu doldurma fırsatı veriyor.

 

Amerika’nın Rolü

 

Amerika’nın rolü, yönetim yapılanmaları ve müesseseleri demek olan devletlere düşmanlığında ortaya çıkıyor. Bu durum onu, devletler oluşturan Avrupa sömürgeciliğinden ayırıyor.

 

Bu yüzden Amerikan gücünün, mevcut devletlerle uyuşup mutabakat ettiği çok nadirdir. Amerika, ya devletleri oluşturan halk unsurlarıyla bağlantı kurmak için devletlerin etrafından dolanır, ya da devletleri, Amerika’nın öncelikleri doğrultusunda bölgesel düzenlemelerin içine sokmak için onların üzerinden dolanır.

 

Devletler arasındaki bütün ilişkilerde Amerikan gücünün nihâi merci olması ve böylece Amerikan hakimiyetinin devamının garanti altına alınması için, Amerika’nın kendisi için belirlediği rol budur.

 

Şüphesiz Pakistan, Amerika’nın bu rolüne istisna oluşturmuyor; aksine bu rolün ağırlığı altında eziliyor.

 

Burada dikkati çeken husus şudur: Pakistan’ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkileri –daha önceki deneyimlerin gösterdiği gibi- büyük ölçüde, Amerika’nın, kendi stratejileri çerçevesinde Pakistan’ın yerine getirebileceği rol veya göreve duyduğu ihtiyaca bağlı olarak gerçekleşiyor. Ve görüldüğü kadarıyla bu, mevsimlik bir ihtiyaçtır; Amerika hedeflerini gerçekleştirdiğinde Pakistan’dan yüz çevirir ve kayıtsız bir şekilde ona sırt döner. Dolayısıyla Pakistan’ın yerine getirdiği, sadece devamı süresince ücreti ödenen bir roldür.

 

Amerika, geçmişte Pakistan topraklarını eski Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü casusluk faaliyetleri için kullandı ve bu amaçla Pakistan topraklarında bir hava üssü kurdu.

 

 Seksenli yıllarda Pakistan, Amerika’nın Sovyetler Birliği’ne karşı Afganistan’da verdiği savaşın ileri hattı konumuna dönüşmüştü.

 

Pakistan, ifa ettiği bu role karşılık aldığı mali yardımlarla yıllık % 6.5’e ulaşan bir ekonomik kalkınma hızı yakalamıştı. Ancak Sovyetler Birliği’nin Afganistan’da yenilmesi ve sonra da dağılması üzerine, Amerika’nın Pakistan’a ihtiyacı kalmadığından bu yardımlar da kesilmişti.

 

Hatta iş sadece yardımların kesilmesiyle kalmamış, aksine Pakistan cüz’i de olsa bazı yaptırımlar ve ambargolarla karşılaşmıştı. Bütün bunlar ekonomik kalkınma oranını %2.7’nin altına düşürmüştür.

 

Ancak 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra devletler, Amerika başkanı Bush’un ifadesiyle “ya bizimlesiniz ya bize karşısınız” şeklinde bir tercih yapmaya zorlanınca, Pakistan devlet başkanı Pervez Müşerref  “teröre karşı savaş” olarak isimlendirilen yeni dünya savaşında Amerika’nın yanında yer aldı ve böylece senelik 2.5 milyar doları bulan yardımlar yeniden Pakistan’a akmaya başladı.

 

Bundan daha önemlisi, Pakistan’ın vadesi gelen dış borçları da düşürülmüştür. Bunun ne kadar önemli olduğunu anlamak için şu hususu bilmek yeterlidir: 2001 yılından önce Pakistan bütçesinin üçte birlik kısmı dış borç ödemelerine gidiyordu.

 

Ancak Pakistan siyasetinin, İslâm’a bağlılık ve ordu merkezli bir karaktere sahip olması Pervez Müşerref’in, “Amerika’nın teröre karşı savaşı”nda çok ileri noktalara gitmesini engellemiştir.

 

Bunun üzerine Pervez Müşerref de, -Pakistanlı yazar Ahmet Reşid’in Daily Telegraph’ın 13.07.2007 tarihli nüshasında dediği gibi- “iki ipte oynama” siyasetini seçmiştir.

 

Bu durum el-Kaide mensuplarının, Pakistan’ın kabile bölgelerinde güvenilir yeni sığınaklar bulmalarını sağlamıştır. Aynı şekilde Taliban hareketinin de Belucistan bölgesinde sığınabilecekleri güvenilir yerler bulmalarına yardım etmiştir. Müşerref’in seçtiği bu siyasetin bir diğer sonucu da aşırı dini grupların ortaya çıkması olmuştur.

 

Müşerref’in Karşı Karşıya Olduğu Problemler

 

Bütün bunlara ek olarak, Pakistan ordusunda, istihbarat teşkilatında ve hükümette, İslâmcılara sempati duyanlar halen büyük bir etkiye sahipler. Müşerref’in asker muhalifleri, onun, mücahit ortaklarından soyutlanma kararını eleştiriyor ve bunun hikmetini soruyorlar.

 

Daniel Markey, Foreign Affairs dergisinde (07.08.2008) bu meseleye ilişkin yaptığı yorumda şöyle diyor: “Onlar bu ilişkilerin, -geçmiş dönemlerde birçok kez yaşandığı gibi- Washington kendilerini terk ettiğinde, etkilerini sürdürmenin garantisi olduğunu takdir ediyorlar.” Özellikle de Taliban’ın Pakistanlı taraftarlarının, ülkenin kuzey batısındaki geniş bir bölgeye hâkim olduklarını ve uluslararası cihad için bir temel oluşturdukları göz önünde bulundurulursa.

 

Bilindiği gibi Pakistanlı İslâmcıların ve Afganlıların, Pakistan ordusuyla çok güçlü ve sağlam ilişkileri var. 1971’de General Muhammed Yahya Han, merkezi hükümetle Pakistan’ın doğu bölgesindeki kabileler arasında vuku bulan savaşta İslâmî cemaatlerden yardım istemişti. Seksenlerin ortalarında Pakistan ordusu İslâmcılarla güçlü bir ittifak kurmuş ve Pakistan istihbaratı, Sovyetlere karşı verilen savaşta, Arap mücahitleri ve Afganlıları hem para, hem de lojistik yönden desteklemiştir.

 

Bu gerçekler birçok Amerikalı gözlemciyi ve kongre üyesini, terörle mücadelede gerekenleri yapmadığı takdirde Pakistan’ı cezalandırması için Washington’a çağrıda bulunmaya sevk etmişti. Hatta bu kimselerden bazıları Müşerref’in azledilmesi ve onun yerine başka bir yönetim getirilmesi çağrısında bulundu.

 

Bütün bunlar “iki ipte oynama” siyasetinin artık sona erdiği anlamına geliyor. Bundan böyle Müşerref’in önünde, Amerikan’ın isteklerini yerine getirmeye koyulmaktan başka bir seçenek bulunmuyor. Dolayısıyla uzlaşıya hiçbir kapı aralanmadan İslâmcılara karşı savaş ilan etmekten başka bir seçenek de bulunmuyor. Bu durumda ise Pakistan’ın geleceği, Afganistan ve Irak’ınkinden farklı gözükmüyor.

 

Siyasi Dönüşümler

 

Müşerref’in siyasetindeki temel dönüşüm noktasını, aceleye getirilen Lal Mescidi baskını oluşturuyor. Bu baskın sebebiyle Pakistan, aşınan bir iktidara, heybeti parçalanan bir orduya ve yükselişe geçen cihadî İslâmcı güçlere sahip bir ülke haline geldi. Yine bu baskınla toplumsal ittifak parçalanmış ve ülke kaosun eşiğine gelmiştir.

 

Şüphesiz bu gerçeklerin ışığında, dünyanın, Pakistan’ın, Taliban bir Pakistan olması ihtimaline veya kimin eline geçeceği belli olmayan nükleer bir tersane olarak görülmesi ihtimaline karşı bir gücü bulunmuyor.

 

Bu yüzden bazıları Amerika Birleşik devletlerinin o veya bu yolla Pakistan’ın nükleer silahlarına el koyacağını bekliyor. Bazıları ise bu gidişi, İran’ı hedef alacak bir savaşla bağlantılandırıyor.

 

BBC’nin dördüncü kanalındaki bir programa katılan Amerikalı bir siyasetçi, konuşması esnasında şu hususa dikkat çekti: İran’ın nükleer tesislerine karşı girişilecek bir Amerikan veya Siyonist saldırının muhtemel sonuçlarından biri de Pervez Müşerref’in ortadan kaldırılmasına yönelik “köktenci” bir intikam operasyonu olabilir. Bu durum mütedeyyin köktencilerin -bu ülke için zayıf olsa da- aktif nükleer gücü ellerine geçirmelerine yol açabilir.

 

Bundan sonra Amerika Pakistan’daki iç anlaşmazlıkları en uç noktalara sürükleyecektir. Çünkü bilindiği gibi Pakistan etnik ve grupsal anlaşmazlıklarla kaynıyor. Üstelik son zamanlarda bu anlaşmazlıklara ordu ile dinî cemaatler; kabileler ile merkezi hükümet; ve yargı erki ile askeriye arasındaki çatışmalar da eklendi.

 

Tabii bu arada dışarıdan çevrilen dolapları da unutmamak gerekiyor. Siyonist devletin güvenliği için hayati bir alan olan “Büyük Ortadoğu”nun kurulmasına yönelik Amerikan-Siyonist ittifakı gibi.

 

Ariel Sharon’un belirlediği sınırlara göre bu alan Pakistan’dan Afrika kıtasının ortalarına kadar uzanıyor ve istenilen sonucun elde edilmesi için bu alandaki mevcut devletlerin parçalanıp, küçük-mozaik siyasi yapılanmalara dönüştürülmesi gerekiyor. İşte Pakistan da bu kapsam içinde yer alıyor.

 

Bu noktada Pakistan’ın parçalanmasına yönelik ünlü Siyonist-Oryantalist Bernard Lewis’in planına dikkat çekmek yerinde olacaktır. Lewis Amerikan Savunma Bakanlığı’na sunduğu ve Foreign Affairs dergisinin 1992 – Sonbahar sayısında yayınlanan teklifinde şu iki hususun gerçekleştirilmesini zorunlu görüyor:

 

1- Pakistan’daki Belucistan bölgesinin Afganistan’daki Belucistan bölgesine katılması ve bir Belucistan devleti kurulması.

 

2- Pakistan’ın kuzey batı bölgesinin Afganistan’daki Peştun bölgesine katılması ve bir Peştunistan devletinin kurulması.

 

Amerikan Askeri İstihbaratı’nın Almanya’daki öncüsü emekli albay Ralph Peters’in, “Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi”nin (American Armed Forces Journal) Haziran 2006 sayısında yayınlanan “Kanlı Sınırlar” (Blood Line Borders) isimli planda şu görüş yer alıyor: Afganistan, Fars devletinin lehine batıdan kaybettiği topraklara karşılık, Afgan asıllı kabilelerin bulunduğu Pakistan’ın kuzey batısındaki arazileri kazanacaktır.

 

Burada Peters birinci çoğul şahıs sigası kullanarak şöyle diyor: “Biz, bizim istediğimiz gibi bir harita çizmiyoruz; aksine bölge halklarının isteklerine uygun bir harita çiziyoruz.” Sonra dönüp Pakistan’ı, Suudi Arabistan için kullandığı sıfatın aynısıyla niteliyor: “Doğal olmayan bir diğer devlet.” Bu yüzden de bağımsız bir Belucistan devletinin kurulması için, topraklarının büyük bir kısmının Pakistan’dan koparılması gerekiyor.

 

Hiç şüphe yok ki, Pakistan’ın Amerika Birleşik Devletleri ile girdiği ittifaklar şu kuralı bir kez daha gündeme getiriyor: Sömürgeciyi kızdırmak, onun rızasını kazanmaya çalışmaktan daha az külfetlidir.

 

 

Bu makale Halil Kendir tarafından dünya bülteni için tercüme edilmiştir.