Türkiye kamusal alanı hiç olmazsa yetmiş yıldır dini değerleri görünmez kılmaya dönük bir muaşeretle inşa edildi. Bu açıdan bakılacak olursa bizim hâlâ yapıcı bir iletişimi mümkün kılan bir kamusal alanımız yok. Tecrübe eksikliği kadar bunun önemini ayırt etmediğimiz için de yeterince düşünülmüş bir kamusal muaşeret manzumesinden yoksunuz. Bir taraftan mahalleyi içine alan şehir düzeninin tahribine seyirci kalırken, mahalle ve sokak sesleriyle tebliğe çalışıyoruz.
Örnekler vererek ne demek istediğimi anlatayım.
Birkaç ay önce, Doğu illerinden birinde bir üniversite tarafından düzenlenmiş sempozyumda medyanın ahlakî yükümlülükleri üzerine konuşuyorduk. “Mütedeyyin” veya “muhafazakar” olarak bilinen bir öğretim üyesi, gençlere internet kullanımı konusunda uyarıların ağırlık kazandığı bir konuşma yaptı. Bu konuşmadan defterine düştüğüm notlardan biri mealen şu tavsiyeleri içeriyor: “İleride yüksek seviyede konumlar edinebilirsiniz. İnternette girdiğiniz her sayfa kaydediliyor ve bir gün önünüze çıkarılabilir. Gençler, internette karda yürüyecek ama izinizi belli etmeyeceksiniz.”
Kulaklarıma inanamadım önce. Bir öğretim üyesi ikbal beklentisine sahip olduklarını varsaydığı gençlere internette “ahlaklı” bir faaliyetin önemi yerine iki yüzlü bir faaliyette bulunmayı öğütlüyordu. Din nasihattir, ama böylesine bir nasihat değil. Din edeptir ve böylesine telkin edilen bir “edeb”in kimseye hayrı olmaz.
Gençlere “karda yürüyüp izini belli etmemeyi” belleten bir “namus” ve “iffet” telakkisiyle nasıl bir kamusallık hayal edilebilir? Kullanılan dil bağlamından koparıldığında zaten ne mahalle samimiyetini yansıtmış oluyor ne de “kocakarı imanı”nı.
Duru, özenli, muhatabına saygıyı gözeten bir kamusal dil, elbette benliklerin ve mahrem dünyaların da aynası. Bunun tersi de doğru: Benzeri bir kamusal dil için gösterilen çaba mahrem alanın dilini de geliştirecek.
Cumhuriyet’in dini sembol ve ifadeleri yok sayan ya da yobazlıkla, çağdışılıkla damgalayan kamusal muaşereti karşısında mütedeyyin insanlar kabuklarına çekilerek imanlarını korumaya çalıştılar. Yetmiş yıl kadar sonra sahip olunan kürsülerden yapılmaya başlanan tebliğ ne yazık ki geçen zaman içinde toplumun yaşadığı değişimleri hesaba katmaktan uzak ezber ve klişelerle yüklü olmaya devam ediyor. Bugün kamusal alanda hurafelere atıfla , mahalle jargonuyla dini ve ahlakî terbiye noksanlığını telafi etmeyi umamazsınız. 2014’te yayımlanan bir kitapta flört eden genç kızlara ilişkin olarak geçen “ısırılmış elma” teşbihi, yıllardan beri samimi bir çabayla gençleri evliliğe teşvik ettiğini bildiğim yazarın muradı hiçbir şekilde bu olmasa bile genç kızları erkek bakışıyla nesneleştirdiği izlenimi uyandırıyor, tıpkı kapitalizmin yaptığı gibi. Kadınların namus ve iffetini "ısırılmış elma" misali benzetmelerle tanımlamanın genç kızların insani kişiliğine yapıcı etkisi olabilir mi hiç? Kuşkusuz bu tür benzetmeler olguyu erkek bakışıyla tanımlarken nesneleştirdiği için, iki taraflı bir körelmeye yol açıyor.
Ganuşi “Kur’an ve Yaşam Arasında Kadın” başlıklı kitabında değişen toplumsal şartlarda gerek kadınlar gerekse erkekler için iffet ve namus alanında yozlaşma sebebini “inanç ve maneviyat boşluğu” olarak gösteriyor. (Mana, sf. 102; 2011)
Uygulamanın güzelce yaşanmasının ilettiği açıklama her şeyin üstünde. Takva örtüsü, bakışlarını korumak… Genç kızlara tesettürü “örtülü/örtüsüz masa”, “açık-kapalı zarf” gibi örnekler üzerinden anlatmak da benzer şekilde bir anlamı, değeri açıklamakta olumlu bir etki doğurmuyor artık. Örtülü giyimin elbette Yaradan’ın dilemesinin sırlarıyla birlikte “rıza, tevazu ve takva” ile seçilerek, benimsenerek amacını gerçekleştirmesi, kadın ve erkeğin “velayet” ilişkisi bağlamında açıklanabilir. Tevbe Suresi’nin Müslüman kadınlarla erkekler arasındaki velayet ilişkisini konu alan 71. ayetini Mustafa İslamoğlu “Gerekçeli Meal- Tefsir/Hayat Kitabı Kur’an”da işte şöyle açıklıyor: “Bu ayet 67. Ayette nitelenen ikiyüzlü tipin tam zıddı olan samimi mümini tanımlar. Kur’an’da çok sık dile getirilen bir vecibe olan el-emr-bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ‘ani’l-münker, adı geçen ayette ikiyüzlülerin en tipik özelliği olarak, tam tersi bir işleve bürünmüş olarak karşımıza çıkar.”
Kuşkusuz “karda yürüyüp izini belli etmeme” tavsiyesine yer yok bu tefsirde. Birbirine veli olmak, birbirine ayna olmak, birbirinin iyiliğini istemek, kusurlarını örtmek… Ne riyakârlığa yer var bu ilişki bağlamında ne de laübaliliğe. Ahlakî güzelleşmeyi karşı cinsin sorumluluğuna terk eden bir masuniyet iddiasından da söz edilemez. Beraber, birlikte, bağlantılar ve bağlamlar hesaba katılarak gelişebilir, dilimizi ve duruşumuzu güzelleştirebiliriz. Konuşarak ve söylem oluşturarak mesafelerimizi düzenler ve samimiyetin sınırlarını gözeterek laubalilikle baş edebiliriz.
İslami kesim iktidar alanına yerleşirken muarızları siyasilerin konuşmaları üzerinden İslami değerleri ve Müslümanların samimiyetini sorgulamaya açıyorlar. Zaten “erkek muhabbeti” dilinin siyasal vaaz halinde kazandığı içeriğin “dini telkin” olarak yorumlanmasına çok yatkın bir toplumuz. Siyasilerin ekranlardan ve meydanlardan kalabalık izleyicilere ulaşan konuşmaları cami vaazlarından çok daha etkili oluyor. Ancak konuşan muhafazakâr herhangi bir siyasetçi mi, yoksa mütedeyyin kimliğiyle mi sarf ediyor o sözleri, belirsiz. Siyaset adamından beklenilen gençlerin edep ve terbiyesini eleştirmek yerine örgün eğitimde onca yıldır bu alanda nasıl bir faaliyet yürütüldüğünün açıklamasını yapmak olmalı değil midir?
Dil ve kültürün kendi sürekliliği içinde özgürce gelişmesini sağlayacak alan bir hayli yoksullaştığında meydan ne yazık ki “karda yürüyüp izini belli etmeme” heveskârlarına kalıyor. Bu alanda yaşanan problemler kültürel meseleleri konuşmayı inşaat faaliyetlerinin gerisinde tutan yaklaşımlarla aşılacak da değil.
Kamusal bir muaşeret manzumesinin geliştirilmesinin o kadar kolay olmadığının farkındayım . Biz Derrida’nın ifadesiyle “Harf Darbesi” yaşamış bir toplumuz. Muaşeret adına elimize tutuşturulan kılavuzlar Fransız muaşeretinden tercüme edilmişti. Genel nüfusun çok küçük bir biriminin ideolojik terörle geniş bir nüfusu çağdaşlaşma adına baskı altında tutmasının ve halka ait maddi ve manevi servete el koymasının yol açtığı travmanın sarsıntıları sürüyor. Kürsülerin yapısı değişmedi, ancak konuşanlar Müslüman. İktidar alanı tecrübelerine yoğunlaşan İslamcıların bir edebi kamu endişesinden söz edilemez, oysa kendini ifade ve dünyanın, hayatın tarif ve tasviri her zamankinden daha farklı bir önem arz ediyor. Ancak sorunun adını doğru koyarsak bir iyileşme umabiliriz. Üstelik sorunun adını koymayı büsbütün siyasete terk ettiğimizde tanımlama ve öngörü sıkıntısı yaşamayı sürdüreceğiz. Siyasi nutuk hayatın her alanının açıklayıcısı olabilir mi? Bir soruna ansızın yakalanan siyasetçi bir zaman sonra görüşünü değiştiriyor. Öncelikle hangi taraf adına konuşulduğunun önemsendiği bir ortamda düşünce gelişebilir mi?
İslam medeniyetini zirvelere yükselten başlıca sebeplerden biri devletle birey/halk arasında var olan bir ara alandaki düşünsel canlılıktı. Ancak böylesine bir alanda gerçekleşecek ve edebi kamuyu olduğu gibi siyasetin de dilini besleyecek faaliyetlerle bu topraklara özgü bir kültür sanat varlığı kendini güvenli bir şekilde tanımlayabilir. Ne var ki içinde bulunduğumuz yıllarda İslami kesimdeki entelektüel ve sanatsal potansiyel, kalkınmacı retoriği takviye etmek üzere siyasete ve bürokrasiye aktarıldı. Edebiyata, sanata emek veren isimler siyaset alanına yöneldiler.
Geliştik, kalkındık, devlette dışlandığımız alanlar ayaklarımızın altına serildi. Bu yeni imkânları değerlendirmenin yolu lüks baskılı katologlar yayımlamaktan geçmiyor. Hangi kitaplar dergiler var ellerde, kütüphaneler ne durumda, dost ve arkadaş toplantılarında öncelikle konuşulanlar hangi başlıklar, panel ve konferanslar nasıl bir çeşitlilik arzediyor? Bir Kuba Mescidi yalınlığına, Selçuklu mimarisi serinliğine, Bosna evi işlenmişliğine, Ahmet Uluçay sebatına, Necla Koytak zarafetine, Atasoy Müftüoğlu ferasetine, Ayşe Şasa toparlayıcılığına, Erol Akyavaş devrimciliğine, Süreyya Yüksel muhalefetine, Ercüment Özkan öfkesine, İsmet Özel tenezzülsüzlüğüne ve Metin Önal Mengüşoğlu itirazına ne kadar da ihtiyacımız var.