Cinsiyetlerle ilgili tanımlamalarda, kadınların daha barışçıl olduğu öne sürülür. Kadim Çin kültürünün “Değişimler, Dönüşümler Kitabı”nda öne çıkan Ying-Yang karşıtlığı dengesi içinde de böyledir tanımlama: Kadın-erkek, barış-savaş, siyah-beyaz… Van depremini izleyen günlerde bunun ille de böyle anlaşılamayacağını gösteren örnekler yaşandı medyada. Sevimli, şirin, insancıl iyi aile kızı, hanımefendi sunucu hatta insan haklarının yılmaz savunucusu ifadelerinin gerisindeki lumpeni, kafe şovenistini açığa vurdu afet paniği. Kimisi Van’da yaşandığı için depremi ötelerken, diğeri de polisin kıymetini bilmeyen başıbozuklara haddini bilme dersi vermeye davrandı, eli sopalı öğretmen edasıyla.
Tarık Toros “Kadın militanlar şehre indi” diye yazmış. Çarpıcı başlık, yeni tür bir militanlığın haberini vermiş olmuyor aslında. Biz onlardan haberdar olmaya çoktan mecbur edilmiştik. Nefret dolu, buyurgan ve ihbarcıydılar. Tiksintiyle baktıkları bile söylenilebilirdi. Benliğin çatışarak kendini var etme yolunu tuttuğu “iğrenç ötekisi”nin tecessümü, bir tür yadsıma hatta meydan okuma anlamına geldiği için de kabullenilemezdi. Bir kapıdan girmeye çalıştığınızı önce onlar görüyor ve sizin iyiliğiniz adına da değil, böceksi varlığınızın önünü almak üzere muhbirlik yapıyorlardı. Varlığınızı kendi bahşedilmiş konumlarına yönelik bir tehdit olarak algılıyor, tırnaklarını çıkartıyorlardı hemen. Tesettürlü öğrencilerin kamusal alandaki görünürlüğüne karşı en şiddetli mücadeleyi o kadınlar sürdürdü. Sadece kentli, beyaz sınıfın kadınları da değiller. Bazen en şiddetli müdahaleler annesi kızkardeşi örtülü olan taşra kökenli kadınlar ve erkeklerden gelirdi.
Malcolm X’in ev zencisi-tarla zencisi ayrımı bir şeyleri açıklıyor az çok. İktidarda olana yaltaklanma yoluyla zavallı, ikincil ama sistem açısından meşru bir varlık kazanmadır bunun öteki adı. Ayşe Gül Altınay’ın edisyon çalışması “Vatan Millet Kadınlar” da öne çıkan temalardan biri, ikinci sınıf vatandaş olarak kabullenilmeyi ödünlemek üzere kadınların şiddet dilini abartarak kullanmaya yatkınlığı. Ellerinde bir sopayla dolaşarak hemcinslerini ulusçu ideoloji adına pataklamaya hazırlanan o kadınlar, Anayasa referandumundan hemen önce de İstanbul sokaklarında varlıklarını belli etmişlerdi.
Bu konu üzerinde düşünmeye devam ediyorum. Toplumsal kültür savaşın kanını kirini onurunu ve sefaletini öncelikle erkeğe yüklüyor; çünkü erkeğin kas gücü var ve kadının da evinde oturup bebeğini emzirmesi çok mantıklı görünüyor. Bir savaş çıkıyor ve belki eline silah almayı hiç istemeyen gencecik çocuklar cephelere gidiyorlar. Kadın askerler hâlâ bir istisna; savaş meydanlarında en çok erkekler ölüyor, sakat kalıyorlar. Evlerine dönüyor ya da dönemiyorlar. Bazen senelerce esir tutuluyor, bazen de hiç bir açıklaması olmaksızın ortadan kayboluyorlar. Hain, korkak, suçlu olarak damgalanıyor, faili meçhul olarak gömülüyor, kahraman olarak ödüllendiriliyorlar. İnsanlık tarihinin ‘erkekegemen’ boyutunu destekleyen, köle-efendi ilişkisinde de belirleyici olan etken, ölümü göze almayı gerektiren savaşlar: Savaşta ölmeyi hatta öldürmeyi göze aldığınız için, barışta öncelikli söz hakkına sahip olabiliyorsunuz. Söz hakkınızı-iktidarınızı korumak için de savaşı çağırıyorsunuz.
Bunları söylerken kadınların daha barışçıl olduğunu kabul etmemiz gerekmiyor işte. İktidarın ellerine geçmesi durumunda kadınların da savaşı çağıracaklarını öngörebiliyoruz, Müge Anlı’yı izlerken, Gülten Kışanak’ı dinlerken, Tansu Çiller’in terörle mücadele üslubunu hatırlarken.
Buna karşılık yine de bir hayatı bedeninde geliştiren, yaşanmadıkça anlaşılamayacak ve yaşandığı zamanlarda bile tarifi zor sancılarla doğum yapan kadınların insan canının kıymetini bilme konusunda daha duyarlı olacağına inanmamak elimizden gelmiyor. Anne olmayan Rice, doğum sancısı çekmenin ne demek olduğunu bilebilir miydi? Bu soru anne olmuş politikacılar üzerinden düşünüldüğünde, o kadar anlamlı gelmiyor. Arap ülkelerindeki halk hareketlerini başlatan, bir zabıta memuresinin işportacı gence attığı tokattı. Bir hayli ironik, rastlantıdan uzak bir karşılaşmaydı bu: Orada kadın ne ölçüde muhayyel “ezik rehavet içinde harem kölesi”ydi ve erkek ne denli iktidarı elinde tutan cins… Memurede birikmiş bir hınç, bir güç gösterisi arzusu ve herhalde amirlerine yaranma tutumu öne çıkarken, her türlü tarihsel, toplumsal, kültürel imtiyazlarından mahrum bırakılmış işportacıya düşen sanki, elinde kalan en önemli değeri olarak erkeklik onurunu korumak adına –artık hakir gördüğü- varlığını en zorlu bir şekilde yok etmek olabilirdi.
Zamanında şiddet görenin o şiddet diline tutunma yoluyla kurtuluşa hatta hakikate ulaşacağı umuduna safiyetle inanması da pekâlâ mümkün. Sözgelimi Tahran’da tesettür devriyelerinin kötü hicaplı genç kızlara karşı tavırlarında daha sert üslubun kadın memurlardan yükseldiğini gösteren sayısız örnek dinledim. Kadın memur ya da görevli genç kızı tesettür konusunda uyarılarını sürdürmek üzere merkeze götürmek isterken, erkek görevli, bırak gitsin, daha küçük baksana, üsteleme artık, gibi şeyler söylüyor. Ya da siyah çarşaflı bir grup kadın meclisin önünde oturma eylemi yaparak kötü hicaplı kadınlarla mücadele edilmesini talep ediyor.
Sanırım herkes mücadelesini kendi gücü ve yetenekleriyle sürdürüyor. Eline silah tutuşturduğumuz “erkek adamların” cinsel saflığı kanıtlama adına tetiği çekerek canlara kıymaya hazır olmasında kadınların beklentilerinin-ve terbiye yollarının- rolünü hiç azımsamamak gerekir.