İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinejad, 62. Birleşmiş Milletler Zirvesi'ne katılmak üzere iki günlüğüne New York'taydı, biliyorsunuz. Washington, Ahmedinejad'ın bu seyahatine vize vermek istemese de bunun BM'nin varlığına ters düşeceğini fark ederek mecbur kaldı.
Ahmedinejad bu kısa ziyaretle kimilerine göre Amerikan halkına ulaşmak, onlara sesini aracısız duyurmak istiyordu. Bunu da mesela bir jestle, eskiden ikiz kulelerin bulunduğu şimdiki anıt inşaatına gitmek isteyerek desteklemeyi düşünüyordu. Ama New York polisinin "güvenlik" barikatıyla karşılaşınca bu niyetinden vazgeçti. Bazılarıysa İran Devlet Başkanı'nın sıfır noktasına ziyaretini şeytani niyetler çerçevesinde okudu ve bunun Amerika'yı küçük düşürmek anlamına geleceğini savundu. Sebep şu veya bu olsun, sonuçta ikiz kule mekânı ziyaret edilmedi.
Ama Ahmedinejad'a istediği platform New York'un meşhur Colombia Üniversitesi tarafından verildi. Bundan iki sene önce de aynı davet yapılmış; ancak İran karşıtı grupların baskısı sonucunda üniversite daveti geri çekmişti. Bu seneki tepkiler de toplantının ev sahibi konumundaki üniversite camiasının ses tonunu belirleyecekti. Ben şahsen iki taraflı bir hayal kırıklığı yaşadım Colombia'daki toplantıya dair. Öncelikle ev sahibi rektörün giriş konuşmasında İran Devlet Başkanı'na "zavallı diktatör" olarak hitap etmesi demokrasi dışı bir banallık içeriyordu, bu beni rahatsız etti.
Ahmedinejad'ın siyasi kurnazlıkla buna cevap vereceği belliydi, nitekim konuşmasına hem nezaket, hem de demokrasi dersi vererek başladı. Geldiği kültürde bir misafire böyle davranılmayacağını söyledikten sonra itiraz edilecek bir şeyler varsa bunu konuşmacıyı dinledikten sonra yapmanın gelişmişlik ölçüsü olacağını ekledi. Tahminim bu tepkiyi alınca, Washington'daki Neocon'ların körüklemesiyle aşka gelen üniversite yönetimi kendilerini düşürdükleri bu sakil durumdan pişmanlık duymuşlardır. İkinci hayal kırıklığım ise İran Devlet Başkanı'nın konuşmasındaydı, daha doğrusu soru-cevap bölümünde.
Ahmedinejad konuşmasının büyük bölümünü bir mantık silsilesi içinde yaptı. Önce siyasetçi ve akademisyen kimliğini paralellik içinde yürüterek farklılıklar yerine ortak paydalara değinmeyi tercih etti ve ilahi mesajın bütün ibrahimi dinlerde bilime verdiği önemi vurguladı. Bilgi üretiminin tekelleşmesine epistemolojik bir sorgulamayla itiraz ettikten sonra da asıl iki konusuna geldi: Filistin ve İran'ın nükleer enerji üretimi. Filistin halkına 60 senedir reva görülenlerin hiçbir haklı temeli olmadığını ifade eden Ahmedinejad, bu halkın neyin cezasını ödediklerini sordu ve uluslararası camiayı Filistin devletini kurmaya davet etti. İran'ın nükleer enerji üretiminde verdiği sözü tuttuğunu ve sadece barışçıl sebeplerle enerji sağlandığını vurguladıktan sonra isim vermeden ABD'yi eleştirdi. "Bir ülke istediği gücü, şartsız üretmeyi kendine hak sayarken, neden bizim böyle bir hakka talip olmamız sorgulanıyor?" dedi.
Her demokrat, liberal, hür fikirli, insan hakkı ve bağımsızlık taraftarının altına imza atacağı sözler bu noktada son bulsa, eminim o gün üniversite salonuna gelenlerin çoğunluğu kafalarına İran'la ilgili işlenmekte olan önyargılarının haklılığını sorgulayarak oradan ayrılacaklardı. Ama maalesef öyle olmadı.
Zira Ahmedinejad soru-cevap bölümünde kendini adeta akademik kimliğinden ve hatta siyasetçi kimliğinden soyutlayarak çocuksu bir edayla "retçi" moda girdi. İran'daki kadın hakları ihlalleri ve kadınların ölümle cezalandırılmasıyla ilgili soruya, "Nerede, kim söylemiş? Ben duymadım, görmedim, haberim yok" tarzı bir baştan savmayla cevap vermesi İranlı kadınlarla ilgili önyargıları yıkacak birçok şeyin de ifade edilmemesi anlamına geldi.
Halbuki Nascar benzeri araba yarıştıran İranlı kadınlardan tutun da dünyanın ilk ve tek kadın itfaiye gücünün İran'da olduğuna kadar ülkesinin birçoğumuzun bilmediği yönlerine değinebilir, suç karşısında kadınlar gibi erkeklerin de cezalandırıldığına, ama nedense bunun Batı basınına doğru yansıtılmadığına ve İslâmi yaptırımların, İran'daki hak-özgürlük kavramsalının Batı kaynaklı "insan hakları" çerçevesinde değerlendirilmesinin mümkün olmadığına dikkat çekebilirdi.
Ayrıca "dindar" bir Amerika'da konuştuğunu hatırlayarak toplumsal yozlaşma ve ahlaki çöküntünün bir ülkeye nelere mal olacağından bahsederek Amerikalı seyirciler arasında "anlaşılma" şansını da artırmış olurdu. Ama yapmadı. Bence asıl kredibilite sorununu cinsel-orijinle ilgili soruyla yaşadı Ahmedinejad. İran rejiminin eşcinsellere yaklaşımını eleştiren soruya yine aynı simplistik tavırla, "Benim ülkemde bu tür insanlar ve sorunları yok" tarzındaki cevabıyla herkesi kaybetti.
Oysa İslâmi kuralları esas alan bir yönetim sisteminde bu tür davranışlar normdan sapma olarak algılandığından müsamaha edilmez babında başlayan bir cevap hem gerçeği açıklamak, hem de Amerika'da yetiştikleri Hıristiyan öğretiler doğrultusunda onunla aynı fiziksel kampa düşen milyonların kalbine girmek anlamına gelecekti.
İşte o grubu yakalayabilseydi, belki Filistin halkının da insanca yaşamayı hakettiğini savunan tezi ve İran'ın nükleer enerji üretme hakkının "üreten" ülkelerden farklı değerlendirilmemesi gerektiğini savunan tezi için zeminini genişletmiş, hiçbir şey olmasa, üniversite yönetimi tarafından bütün oryantalist varsayımlara başvurularak içine sıkıştırılmaya çalışıldığı dengesiz-doğulu tanımlamasına hapsolmamış olacaktı. Olmadı!..
Kaynak: Vakit