İstanbul'un Taksîm mekânına dair

Tarihçi ve sosyolog Hamit Bozarslan Fransa'da yaşıyor.  Bozarslan, analizlerinde Modern Türkiye'nin Tarihi kitabında da belirttiği üzere "devamlılıkların ve kırılmaların saptanmasının, olaylara anlam veren, bunları, toplu koşullara yerleştiren ve ortaya çıkardıkları yapısal ya da nesnel değişimlerle ilişkileri içinde değerlendiren bir sorunsallaştırma ve bu okumanın sonucu olduğu varsayımından" hareket etmektedir. Bozarslan'ın Gezi Parkı olayları devam ederken kaleme aldığı yazısı olayların anlamlandırılmasında karşımıza çıkan bazı boşlukları doldurmak, ana eğilimlerin, aynı zamanda da Türkiye gerçekliğini etkileyen kırılma noktalarının ve anlarının anlaşılmasını sağlamasından dolayı önemli. Analizlerini daha çok makro düzeyde gerçekleştirme kaygısı içinde olan yazarın, Fransız kamuoyunun dikkatli olduğu konulardaki yaklaşım tarzı hakkındaki eleştiri hakkımızı saklı tutarak tercümesinin yararlı olduğunu düşündük. Özellikle, meselenin sadece naif bir komploculukla izahını yeterli bulmayıp mevcut duruma ve sosyolojiye nasıl yaklaşması gerektiğini önemseyenler için.-Dünya Bülteni

İstanbul ve Türkiye'nin diğer bir kaç kentini sarsan çekişmeler birbirinden tamamen farklı üç aktörün öfkesini yansıtıyor. Birincisi ve en önemlisi iktidar partisi AKP iradesinin zaman, mekân ve bedenler üzerindeki dayatmasını reddeden entelektüeller ile sol veya çevreci duyarlılığa sahip gençlerden oluşuyor. Erdoğan hükümeti, son kertesinde bir neoliberalizme evrilmesinden itibaren taşra burjuvazisinin büyük bir bölümünün olduğu kadar himaye politikaları yoluyla dezavantajlı kesimlerin de güçlü desteği ile hem yeni şeffaf düzenlemeler hem de artan toplumsal kontrol ile aslında toplumu dönüştürüyor.

Eski Osmanlı kışlasının birebir yeniden inşası, "alışveriş merkezi" ve Taksim meydanına cami projesi, Türkiye'nin, Cumhuriyet'in yüzüncü yıldönümüne ilişkin vizyonunu oluşturan 2023 projeksiyonunun açık ifadesidir. Öte yandan mimari estetiği açısından belli bir bilinirliği olmasa bile bu mekân, muhalefetin ortopraksiye karşı hâlâ son derece özgür bir biçimde kendini ifade edebildiği, İstanbul'un yegâne "özgür bölgesi"nin merkezidir.

Meselenin ikinci aktörünü radikal sol oluşturuyor. Seçim düzleminde silik kalan bu kesim, on yıllarca süren çaba ve baskılarla kayda geçmiş tarihsel iktidar mirasından daha az yararlanıyor değil. Sosyolojik düzlemde, o kadar da uzak olmayan bir geçmişte, çok sayıda planlı kıyımın kurbanı olan alevi topluluğun (nüfusun yüzde 15'i ile 20'si aralığında) ötekileştirilmesinden de eşit derecede faydalanıyor.

İktidarın militan Sünniliğe bağlılığı, Alevi mezhebi üyelerinin düşüncesine göre, son zamanlarda belirgin şekilde aşağılayıcı bir tona büründü: Recep Tayyip Erdoğan'ın boğazın iki yakasını bir araya getirecek olan köprüye, devlet tarafından 16.yüzyıldan itibaren uzun bir süre "sapkınları imha etmiş" olmasıyla kutlanmış olan padişahın, Yavuz Sultan Selim'in (Zalim Selim) adını koymakla bu tona uygun bir karar vermiş oldu.

"Düşmanlar"a karşı "ulusal şahlanış"

Son olarak, bazı figürleri eski radikal soldan gelen nasyonal-sosyalist bir akımdan söz etmek gerekir. Bu kesimce sosyalizmin bazı kavramları aşırı milliyetçiliğe transfer edilerek bir etnik sınıf olarak görülen Türklerin diğer "etnik sınıflar" tarafından baskı altına alındığı (Ermeni, Yunan, Yahudi hatta Kürt) ve mevcudiyetinin Avrupa-Amerika "emperyalizmleri"nin tehdidi altında bulunduğu düşünülüyor. İdollerini Mustafa Kemal ve Ermeni soykırımının mimarı Talat Paşa'da bulan bu öfke, isyanını iç ve dış "düşmanlar" a karşı bir "ulusal şahlanış"a dönüştürmeye çabalıyor.

Protestoların ölçeği karşısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan provokasyonu tırmandırma veya kendi topluluğunu harekete geçirme tehdidi dışında yanıtsız bulunuyor gibi görünüyor. Hâlbuki 2000'li yılların ilk yarısında, partisi, kendisini ülkenin asırlık tabularını yıkmaya, ordunun ağırlığının azaltılmasına ve Avrupa ile yakınlaşmanın gerçekleşmesine yönelmiş olarak gören liberal solun içinde bile pek çok umudu canlandırmıştı. Ancak 2008-2009 yıllarından başlayarak orduyu etkili bir biçimde marjinalleştirmeyi başaran (en azından şimdilik) ve gerçek bir hegemonik blok oluşturarak (2011 seçimlerinde yüzde 50 oy oranıyla) kapasitesini pekiştiren parti, toplumu ultra-muhafazakâr bir temelde yeniden biçimlendirecek sağlam bir devlet projesinin ana müteahhidine dönüşmek üzere "sistem dışı" bir güç olmayı sona erdirdi.

İktidar kültü

Çok sayıda solcu aydının tutuklanması ile sonuçlanan otoriter yönelimi, geçmişi ile gururlanmaya ve "eski emperyal mekânındaki sorumluluklarını" üstüne almaya çağrıda bulunulan "Müslüman Türk Milleti"nin Erdoğan'ın kişiliğinde vücut bulan iktidar kültünü besliyor. Her ne kadar AKP hükümeti, büyük memnuniyetsizliklerine karşın Kürt varlığını –"Müslüman Türk Milleti"nin hizmetine sokmak için– tanımış olsa da, tipik milliyetçilerin, Ermeni soykırımının yadsınmasında veya özgür düşüncenin her tür ifadesinin bir suç ve her tür entelektüel görüş ayrılığının "terörizm"in açığa çıkmamış bir formu olarak nitelendirilmesinde birleştirdi.

Seçime ilişkin, Recep Tayyip Erdoğan'ın demokrasinin olası tek eşanlamlısı olarak kabul ettiği, çoğunluk ilkesi, bugün artık kapsama ölçüsünde bulunmayan toplumun gerçekleriyle çatışıyor. Hükümetin hegemonya yoluyla yönetme iradesi, iktidarların kendi kendisini doğuran itirazlar karşısında kendilerini çaresiz bırakarak, epistemolojik krizlerin olası en yüksek bedelini daima ödediklerini hatırlatıyor bize.

Ankara'nın 1950'li yıllarda Kıbrıs'ta uygulamaya koymak istediği siyasi bölünmeyi anlatan kelime [Enosis'e karşı Taksim] olmaktan önce, adını şehrin suyunun taksîminden [paylaştırılmasından-bölüştürülmesinden-bölünmesinden] alan Taksim meydanını aslına uygun olarak Taksîm mekânı biçiminde tercüme edebiliriz. 1974'te Türklerin adada kan akmasına yol açan sert saldırısından uzun bir süre sonra bugün Taksim, on yıllardan beri homojenleştirilmek istenen toplumun şiddetle bölünmesinin protesto edildiği bir mekâna dönüşüyor.

Le Monde internet sitesinde (o4.06.2013) yeralan bu makaleyi Dünya Bülteni için Muhsin Korkut çevirdi.