İstanbul ve Türkler


 
İnsan bir eylemeler (praxis) dünyasıdır. Zaman ve mekân ise bu eylemelerin ana eksenlerini verir bize. Zaman ekseni, eylemelerin süreçselliğini; mekân ise zeminini ifade eder.   
 
Tarihselliğimizi-isterseniz mukadderat diyelim- işbu zaman ve zemin diyalektiğine borçluyuz. Bu kadarla kalsa, işlevselci bir rahatlıkla beşeri dünyanın analizlerini yapmak kolaylaşırdı. Ama böyle olmuyor. Zaman ve mekân bir süre sonra ya da belli bir birikimin sonunda, sadece bizim eylemelerimizin basit ve bağımlı bir işlevi olmaktan çıkıyor ve eylemelerimizi şekillendiriyor. Mesela neyi, nasıl eyleyeceğimizi, zamanın ve zeminin ruhuna göre düşünmeye başlıyoruz.

Şehir, mekânsal tarihin hem en karmaşık hem de en somut karşılığıdır. Eğer işlevselci bir basitlemeyle yetinecek olursak, ticaret, artık değerin tarihi; yallah, yallah sanayileşme, şehir tarihlerini anlatmaya yeterdi. "İşte şehir budur" diyen sosyologlar ve şehir tarihçileri de yok değildir. Şehirleri en somut ve en nesnel haliyle anlatmaktır bu. Söylenenler ve yazılanlar yanlış değildir. Ama yavan ve eksiktir. Mesela işlevselci optikten bakıldığında, şehir tarihlerinin önemli bir parçası olan şehir edebiyatları bir fazlalık, ya da abartı gibi görülür. Oysa şehir belli bir dünyalık birikimini elde edip, sakinlerince tanzim ve tezyin edilmeye başladıktan sonra, sadece bir nesne olmaktan çıkmış, edebi bir marjinalite üzerinden öznellik kazanmaya başlamıştır. Artık onlarla söyleşilir. Onlara bir şeyler söylenir, onlar adına birileri bir şeyler söyler. Mesela şair Orhan Veli gözlerini kapatır ve "konuşan" İstanbul'u dinlemeye başlar. Tabiî ki söyleşenler aslında insanlardır, ama söyleşmeler dolaysızlığını kaybetmiş ve iletişimde "üçüncü şahıs" olarak şehirler yerini almıştır.

İstanbul dışında kaç şehrimiz var?

Acaba kaç tane konuşan şehir vardır? Kanımca bir şehrin, şehir niteliğini elde etmesi, "konuşabilme" kabiliyeti kazanmasıyla; şehirlilik ise, sakinlerinin şu ya da bu derecede bu konuşmaya katılabilme becerisi sağlamasıyla ölçülür. Bir şehrin edebileşmesi, sadece bir kısım edebiyatçının o şehri odağına alan, tasvirlerle bezeli, bir kısmı da zoraki olan edebiyatlar vücuda getirmesiyle değil; o şehrin sokaklarında dolaşan sıradan insanların, şehir ile konuşmasına bağlıdır. Türkiye'de İstanbul'un bir şehir olmasını, sadece Nedim'in ya da Yahya Kemal'in şiirlerinden değil; oraya altın bulma ümidiyle gelip her şeyini kaybetmiş insanların "Ah ulan, canına yandığım İstanbul" diye başlayan bol sin-kaflı bir küfür edebiyatının yaygınlığından anlıyorum. Şehri edebileştirmenin ve şehirlinin kendisince bu edebiyata katılmasının; mekânlarla, mekânların sakinleri arasındaki bir mukadderat bağının -bu mukadderat kötü de olsa- içselleştirilmesinin ürünü olduğunu düşünüyorum. Tevfik Fikret, koca bir imparatorluğun çöküşünü ve "çürüyüşü"nü İstanbul üzerinden anlatmadı mı?

Şimdi sormak lazım: Acaba biz Türklerin, İstanbul dışında kaç şehri vardır? Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kendi türünde bir şaheser olduğunu düşündüğüm ünlü eseri "Beş Şehir" bize önemli bir ipucu veriyor. Bu kitaptaki müthiş edebiyat şunu görmemizi engellememelidir. Tanpınar'ın şehir konusunda çok vahim iki hata yapmış olduğunu düşünüyorum. Birincisi şehirleri alabildiğine insansızlaştırmış ve sokaklar, evler ve abidattan ibaret görmüştür. İkincisi; İstanbul'u, Bursa, Erzurum gibi Anadolu şehirleriyle birlikte aynı kaba koymuştur.

İşin ilginç yanı şudur. Bugün şikayetçi olduğumuz taşranın İstanbul'a göçü, zihinsel düzeyde çok önceleri başlamıştı. Osmanlı'nın taşralı zengin aileleri, yaşadıkları yerlerde biraz para görüp bir ev yaptırdı mı, en görünür köşelerinden birine naif bir İstanbul manzarası yaptırmayı ihmal etmezlerdi. Bu, taşranın İstanbul'a dönük tarihsel hasretinin ifadesidir. Bu, aynı zamanda, insanların yaşadıkları "şehirler"den umutlarını nasıl kestiklerini ve mukadderatlarını nasıl da İstanbul'a bağladıklarını gösteriyor. Kısacası göç, zihinlerde çoktan başlamıştır. Bunun kuvveden fiile geçmesi ayrı bir meseledir ve ulaşım teknolojisinde Türklerin gösterdiği başarılara bağlıdır. Değerli dostum Mehmet Ali Kılıçbay, bir keresinde her zamanki keskin, ironi yüklü diliyle "Osmanlılar İstanbul'u 1453'te, Türkler 1950'lerde, Lazlar 1970'lerde ve nihayet Kürtler 1980'lerde fethetti." demişti.

Türk modernleşmesi, İstanbul'da başlamış ama özellikle yüzyılın başlarından itibaren İstanbul'u reddine soyunmuştur. Özellikle de Cumhuriyet döneminde Anadolu imgesini oluşturan yeni edebiyatlarda İstanbul örtük ya da açık bir şekilde lanetlenir. Vurgu taşra ya da Anadolu'ya kaymıştır. Bunu ulus inşasının bir gereği olarak anlamak ve yerine koymak gerekir. Ulus inşası kaçınılmaz olarak şehirlerin taşrayla bütünleştirilmesini öngörür. Ama bu bütünleştirmede tayin edici rol taşranın vasatlarıdır. Dolayısıyla ulus inşasına soyunanların sadelik, saflık gibi tematikler ekseninde taşranın erdemlerini abartmaları ve şehir hayatlarının soysuzlaşmasından dem vurmaları son derecede tabiidir. Tarihte Neo-klasistler bunu başlattılar, Romantikler tamamladılar. Yakın dönem Türk düşünce tarihi, mekânsal referansları açısından yeniden gözden geçirilmelidir. Özellikle de Anadoluculuk üzerinde yapılacak kapsamlı yeni tezler durumu daha da berraklaştırabilir. Mesela Anadoluculuğu en "evrensel" çizgide yorumlayan Cevat Şakir ile onu en "milli" düzeyde yorumlayan Remzi Oğuz arasında nasıl bir kültürel süreklilik vardır acaba? Değerli araştırmacı ve uzun bir dönem Nurettin Topçu'nun öğrenciliğini yapmış olan Orhan Okay Hoca, Nurettin Topçu'nun Osmanlı musıkisinden hiç hoşlanmadığını, varsa yoksa Beethoven'e olan hayranlığını söylediği zaman çok şaşırmıştım.

Kadim şehirler ulus kurmanın icapları karşısında hep sorun çıkarmışlardır. Bu kültürel baskılar karşısında örselenmemiş ve patriçi birikimi zarar görmemiş şehir yoktur. Ama İstanbul bu konuda çok bahtsızdır. Paris direnmiş ve modern Fransa'nın şekillenmesinde tarihsel kayıplarını minimize ederek ayağa kalkmasını ve yeni terkipteki yerini almasını bilmiştir. Tabii ki, 18. yüzyılın Paris'i artık yoktur. Napoleon-Haussmann işbirliği yapacağını yaptı. Ama Paris, her halükârda Fransa'ya rağmen Paris'tir. İstanbul'a gelince, şehir, ulus inşasının hararetli dönemlerinde lanetlendi; daha beteri, kendi kaderine bırakıldı. İstanbul halkı da kendi kabuğuna çekildi. 1920'ler ve 1950'ler arasındaki bu sessiz dönem içinde ferini kaybetti. Şehrin Beyoğlu, Taksim, Harbiye, Şişli; öte yakada, Kadıköy, Erenköy, Moda gibi mahallerinde, mirasyediliğe dayanan Osmanlı patriçiliğini Evropai tarzdaki görgülerle harmanlayan İstanbulin bir bohemlik devam etti; sermayesini tüketti ve bitti.. İstanbul'un bir tür iç taşrası olan Aksaray, Eyüp ve özellikle de Üsküdar'da mütevekkil, kanaatkâr bir şehir dindarlığı kandilince yandı ve söndü. Peyami Safa, Fatih-Harbiye'sinde boş bir dikatomi kurar. Şehrin kendi çeşitliliği içinde yer alan bu iki yaşayış örüntüsünü -İstanbulin "asiller"le, Üsküdari "asıllar"ı- kuşatan ortak mukadderatı görmez.

Ne içindeyiz ne de dışında...

İstanbul'a en ağır darbeyi vuran süreçler, ulus-inşasının politik ya da kültürel-politik değişkenlere dayalı olarak mı şekillendirileceği konusundaki kavgayla ilişkilidir. Bu kavganın galibi ikinci grup oldu. Meşhur sağ iktidarlar 1950-1980 arasında, uzun seneler boyu taşraya kapanan kapıları açtılar. Büyük kitleler halinde göçler yaşandı. Bu sürecin ne denli hoyrat bir süreç olduğunu, aklı başında olması kaydıyla her meşrebin insanı görür. 6-7 Eylül olayları bunun en dramatik sonucudur. Ama en az bunun kadar dramatik olan, İstanbul'un ihyası adına yapılanlardır. Politik temelli ulus-inşacıları, projelerinde İstanbul'u "dışarıda" bırakmışlardı. 1950'li yıllarda iktidar olan ve bu oluşumu kültür temelli olarak buudlandırmayı borç bilenler İstanbul'a itibarını iade etmek istediler. Ama bu "içerme" kültürel ulus inşasının kabalamaları ve basitlemeleriyle yürütüldü. Bir İstanbul-Anadolu sentezidir bu. Oysa İstanbul, İstanbul oluşunu "yalnızlığı"na ve "ötede kalmasına" borçludur.

Olan oldu. Şehrin İstanbulin ve Üsküdari-Eyyubi tarihi eş anlı olarak; ihmalen, kasten ya da kazaen bitirildi. İstanbul'un sesi zaman içinde kısıldı. Biz asri Türkler, İstanbul ile uzaktan; belli bir mesafeden söyleşiyoruz artık. İstanbul nüfusunun büyük çoğunluğu günlük telaşesi içinde defalarca yanından geçtiği yapıları, anıtları, çeşmeleri ve sokakları tanımıyor; daha beteri merak dahi etmiyor. O bir zamanlar bir rüya idi. Şimdi bu rüya gerçek oldu. Elde edilen şeyler değerini kaybediyor; belki bu yüzden. Şehrin, son kocalarından arta kalan ve ne yapılsa da yok edilemeyecek bir tek silueti kaldı. Bugün konuşan, işte bu vakur edalı siluettir. Hafife aldığım düşünülmesin, bu siluet de çok şeydir. İçindeyken cehennemi yaşatan bu şehrin, "dışarıda" ve "ötede" kalan ve bekaretini temsil eden "saflığı"nı anlatır. Fetih, bu şehrin mukadderatıdır. Fatih'ten başlayarak Sultani fetih, imarcı, ihyacı inceliğiyle devam etti. İstanbul silueti Sultani fethin ürünüdür. İncelik şurada; şehrin topografik nimetlerinden bil'istifade, her tepeye bir abide dikmek suretiyle İstanbul'u "öteleyerek" inşa ettiler. Bu, şehre bir zatiyet bahşetti.. Onu fethetmenin dinamik yüzüdür bu. Her fetihte fethedilmeden kalan bir şeyleri de inşa etmek. Böylesi bir patriçi fetih ve mülk anlayışı, bugün kaba bir sahip olma ve iş görme tutkusuyla yürüyen bir mülkiyetçiliğe dönüştü. Haşim'den mülhem söyleyelim; El'an "içindeyiz" İstanbul'un; ama aslında büsbütün "dışında". Siluet direniyor; biz asri Türklere de bu siluet ile konuşmayı; "içine girdiğimiz" bu şehrin "ötede kalan" biricikliğine, yani siluetine dayanarak, onu "öteye" nasıl taşıyacağımızı öğrenmek kalıyor. İstanbul yeni fatihlerini bekliyor. Bu fetih çok önemli. Mesele İstanbul'un kurtuluşu meselesi de değil. Bu konuşma ve müzakere etme kültürümüzdeki aracısızlık, dolaysızlık ve elbette ki bunların sonucunda ortaya çıkan kabalığı aşmanın biricik tarihsel imkânı. Öyle gözüküyor ki; Türkler, İstanbul'u yeniden "üçüncü" şahıs olarak iletişimlerine dahil edebildikleri zaman düzlüğe erecekler.
 
Kaynak: Zaman