İsrail kabinesi çok ilginç bir iş yaptı. 2006'daki ikinci Lübnan savaşından iki yıl sonra Hizbullah'la esir takasını onayladı.
Edud Goldwasser ve Eldad Regev adlı İsrail askerlerinin cesetleri, Samir Kantar dahil Lübnanlı mahkumlarla takas edilecek. Anlaşmaya Almanya dış işleri bakanı Frank-Walter Steinmeier'ın aracılık ettiğini duyuyoruz.
Bu iki İsrail askerinin, 2006 Temmuzunda esir alınan Samir Kantar dahil İsraildeki esirlerle takas edilmek üzere açık ve anlaşılır bir maksatla esir alınması gibi bir ironi var. İsrail başbakanı, genelkurmay başkanı ve İsrail kabinesi Lübnan'a karşı savaş ilan ederken Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, askerlerin serbest bırakılmasını sağlayacak olanın "savaş değil dolaylı görüşmeler" olduğunu açıklamıştı.
Lübnanı yerle bir eden ve 1300'den fazla sivilin öldüğü savaştan iki yıl sonra İsrail kabinesinin nihayet Hasan Nasrallahın önerisini onaylaması bu yüzden mi? Goldwesser ve Regev'in cesetlerini almak için mi sadece?
Bu konu hakkında bir hükme varmadan önce İsraillilerin, hilekârlığın efendileri olduğunu hatırlayın; bir şey söyler ama başka bir şey yaparlar.
Bundan dolayı da şu karşı hikaye'ye bir bakın: 2006 Lübnan savaşı askerlerin serbest bırakılmasını sağlamak için yapılmamıştı. Hizbullahı imha teşebbüsüydü. İsrail sadece başarısızlığa uğramadı; savaş makinesi olarak İsrail ordusunun ünvanını da riske attı.
İsrail, Hizbullahın esnekliğini gönülsüzce kabul etti ancak üstesinden gelinmesi gerekenin İran olduğuna ve bu mesele hal yoluna bir kez konduktan sonra bölgesel diğer tehditlerin önemsiz bir dereceye gerileyeceği sonucuna vardı.
2008 Haziranı sonuna doğru ise: Filistinlilerle Gaza'da gerilimli bir barışı korumayı sürdürüyor; Suriye ile dolaylı görüşmeler sürdürüyor ve Hizbullah esirlerini takas ediyor. Tam bir barış güvercini; o halde gerçek nerede?
İsrail'in, 100 adet F-15 ve F-16'nın katıldığı, İran içlerindeki hedefleri vurma yeteneğini sergilediği daha önce görülmemiş ölçekte bir askeri tatbikat yaptığını duyuyoruz; New Yorker'dan Samuel Hirsch'in atlatma haberlerini ve İsrail'in bir başına İran'a saldırma planlarına dair tekrarlanan dedikoduları okuyup durmaktayız -Atlantik dünyası boyunca medya'da ustalıkla yayınlanan dedikodular.
Fakat, İsrail'in güç gösterisine ve askeri yeteneğine karşın biliyoruz ki İran'a karşı her hangi bir saldırısının – yalnız, kontrollü ve noktasal – ABD'nin yardımı olmaksızın üstesinden gelemeyeceği aksi sedâları olacaktır. İsrailliler bunu biliyor. O halde neler oluyor?
Yaklaşan ABD seçimleriyle bir bağlantısı olabilir mi? Barack Obama, İran ve Suriye ile şartsız görüşmeler yapılmasına dair önceki beyanlarını şu an yumuşatıyor gerçi ama İsrailliler, onun iktidara gelmesinin, ABD'nin Ortadoğu ve İran politikalarında değişim anlamına gelebileceğini içgüdüsel olarak anlıyorlar. İyi de tehlikede olan nedir?
İsrail, Ortadoğu'da, başat askeri ve siyasi güçtür. ABD'deki nüfuzuna bakınca, hiçbir Amerikan yönetimi İran veya bir başka Ortadoğu gücünün İsrail'e tehdit oluşturmasına izin vermeyecektir.
Amerikan Ulusal İstihbarat Tahminleri, İran'ın nükleer programını 2003 yılında terkettiği değerlendirmesini yaptı; İsrail ise buna itiraz etti. İsrail'in tahminlerine göre İran'ın nükleer teknolojiyi geliştirmesine iki yıllık bir süre kalmıştı. O halde bugün İsraili çılgına çeviren nedir?
İran'a karşı önleyici savaşın önde gelen savunucularından birisi Washington İnstitute for Near East Policy'den Patrick Clawson'dur.
Geçen yıl Ağustos ayında, BBC'nin İngiltere'nin seçkin düşünce kuruluşlarından Chatham House'da düzenlediği (konuğun sıkıştırıldığı bir ) programa konuk oldu.
Onun savı şuydu: "İranla savaş, nükleer İranla savaşmaktan daha iyidir." Patrick Clawson'un muhalifleri ise nükleer İran'ın dahi dizginlenebileceğini ve geleneksel güçler dengesine göre davranmasının sağlanabileceğini savundular. Clawson ise bunun, irrasyonel oyuncu olduğundan dolayı molla yönetimindeki İran'ı kapsamadığını savundu.
Ve bu neo-con, gözlerimizin önünde kendi ayağına sıktı.
Bir kişi çıkarak şayet İran irrasyonel olsaydı, savaşı Saddam yönetiminin Irak'ına doğru genişletmesi gerektiğine oysa İran-Irak savaşının 1988 yılında bittiğine işaret etti. Heyecanlanan Clawson, Amerikan donanmasının İran'a ait sivil uçağı düşürmesinin İmam Humeyniye doğru mesajı ilettiğini haykırdı.
Ancak lafını bitirir bitirmez hatasını anladı: İmam Humeyni'nin sözüm ona şerli nüfuzundaki İran'ın dahi ABD kuvvetiyle karşılaşacak derecede irrasyonel olmadığını kaşla göz arasında kabul etti. Tartışma sona erdi. İsrailliler en çok da normal görünümlü bir İran'dan korkuyor olabilir mi? Şer ekseninde değerlendirilmeyen bir İran? Güçler dengesine tâbi ve Washington yönetimiyle ilişkilerini normalleştirme potansiyeline sahip bir İran?
Hakikat şu: İsrail'in kendi çıkarına hizmet eden abartıları ve bazı müslüman yorumcuların yersiz iftiharlarına rağmen İran, en iyi halde bile, ciddi kısıtlamalarıyla gelişmekte olan bir ülkedir.
Nükleer güce sahip olursa İsrail'e varoluşsal bir tehdit yine de olmayacaktır; çünkü asırlık güçler dengesinin sınırlamalarına tâbi olacaktır.
Bununla birlikte 75 milyonluk nüfusu ve diğer Ortadoğu ülkelerine nazaran daha geniş bir temele kurulu siyasi sistemiyle, İran'ın bizzat kendisi jeostratejik bir dengedir. ABD ve AB ile normal ilişkilere sahip olması İsrail'in Ortadoğu'daki üstünlüğünü aşındıracaktır.
Tel Aviv'deki zeki beyinlerin hayli iyi anlayacağı tam bir tehdittir bu.
Komedi şu ki Ortadoğu'da kavgayı başlatma yönündeki mevcut İsrail teşebbüsleri Cumhuriyetçiler ve onların neo-con artıklarında yankısını bulabilir.
Bush'un ilk zaferi, üyelerini babasının seçtiği Yüksek Mahkeme tarafından bahşedilmişti; ikincisini ise işgal edilen "Irak ve onun El Kaidesinden" gelen tehdit dolayısıyla yükselen Amerikan yurtseverlik dalgası sağladı. Cumhuriyetçiler şimdi de Ortadoğu'daki taze bir çatışmadan nemalanarak seçim başarısızlığından yırtabilirler. Samuel Hirsh'in iddialarını ciddiye alsak iyi olur.
Çeviren: Aydın Ertuğrul