Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'ün bölgesel barışın korunması planı çerçevesinde gerçekleştirmiş olduğu İran çıkartması, hem ikili ilişkiler açısından hem de iki ülkeyi doğrudan ilgilendiren birçok uluslararası konunun gündeme gelmesi bakımından son derece yoğun geçmiştir.
Bu çerçevede özellikle İran'ın son yıllarda ortaya koymuş olduğu nükleer çalışmalar Ankara'yı düşündürmüş ve meselenin krize dönüşmemesi için Gül'ün dışişleri bakanı olduğu 2006'dan beri Tahran nezdinde aktif bir politika geliştirmesini beraberinde getirmiştir. Bu bakımdan Ankara, olası bir savaşın sadece ABD-İsrail ve İran cepheleşmesiyle sınırlı olmayacağını ve tüm bölgeyi ateşe atabileceğinin bilinciyle taraflar nezdinde çözüm odaklı politikalar geliştirme gayreti içerisine girmiştir.
Nitekim, İran'ın nükleer çalışmalarına hız vermesi ve bunun karşısında Tel Aviv'den gelen açıklamaların giderek sertleşmesi sonrasında bölgenin geleceğine ilişkin karamsar senaryo lar bağlamında, 'önleyici vuruş doktrini' iddialarının tansiyonu giderek artırması, İran konusunda Bush yönetiminden çok farklı ve ılımlı bir politika izleyen Obama'nın yanı sıra hükümetimizi de oldukça zor bir durumla karşı karşıya bırakmıştır.
Ülkemiz yıllardan beri bölge politikalarında ılımlı ve çözüm odaklı bir stratejiyi esas almış bulunmaktadır. Ancak İran dosyası daha önce yaşanan pek çok krizden farklı bir yapıya sahip olup, bu konuda sorunun ilk muhatabı konumundaki Washington ve Tahran'ın, hükümetimize açıktan bir tavır alınması hususunda baskı yapmaları ihtimali gitgide artmaktadır. Böylesi bir gelişme, Ankara açısından önümüzdeki dönemde hem meseleye çözüm bulmak anlamında hem de krizin bölgesel etkilerini asgariye indirme hususunda yoğun bir diplomasi trafiği izlemesi gerekliliğini beraberinde getireceği gözden uzak tutulmamalıdır.
Asıl soru
Bununla birlikte önümüzdeki dönemde hem Washington hem de Tahran yönetimlerince cevaplandırılması gereken asıl önemli soru, meseleleri müzakere masasında çözecek bir kararlılığa sahip olup olmadıkları olacaktır. Fakat bu sorunun cevabı Tel Aviv'in diyalog temelli bir çözümü kabul edip etmeyeceğinde saklı olduğundan; ABD'nin olası bir barışı İsrail'siz uygulama kabiliyetine sahip bulunup bulunmadığı sorusunun cevabı çözümün anahtarının kimde olduğunu ortaya koyması bakımından çok daha büyük bir önem taşımaktadır.
Bununla birlikte İsrail'in sorunu açmaza sokan bu tavrı, asıl olarak, Gazze müdahalesi ve Davos toplantısı sonrasında zaten gerilmiş olan Türkiye ilişkilerini daha da içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır. Bu bakımdan nisan ayı başında gerçekleşmesi beklenen Obama'nın ziyareti her ne kadar ülkemiz açısından olumlu karşılanmışsa da, ABD'nin yeni yönetiminin İran konusundaki son açıklamaları ve İsrail'den vazgeçmemek hususundaki geleneksel tavrın altını güçlü bir şekilde çizmesi, önümüzdeki dönemde bölgemizin sıcak günlere şahit olacağını göstermiştir.
Ancak, İsrail'in İran konusunda ortaya koymuş olduğu sertlik yanlısı politikalardan ABD'nin müdahalesine rağmen vazgeçmesi kısa vadede zor görünmektedir. Özellikle, seçimle birlikte ortaya çıkan siyasi yelpaze ve sandığın sürpriz ismi aşırı sağcı Liebermann'ın ortaya koyduğu politikalara yönelik bir yaklaşımın İsrail siyasetinde giderek hâkim konuma gelmesi, Tel Aviv yönetiminin kesin olarak tatmin edici sözler almadan ve İran ciddi bir politika değişikliğine gitmeden, askeri bir müdahale seçeneğini masadan kaldırmayacağı ihtimalini güçlendirmektedir. Nitekim Tel Aviv, İran politikasında yumuşamaya gitmesi hususundaki Amerikan talepleri karşısında böylesi bir dönüşümün sadece Beyaz Saray'ın isteğiyle olmayacağı ve başta IPAC olmak üzere Yahudi lobilerinin kararı olmaksızın bunun kabullenilemeyeceğini Obama nezdinde anlatmaktan çekinmemektedir.
Kırmızı çizgi
Bununla birlikte her şeyin ötesinde İsrail açısından kırmızı çizgi diplomasisinin odak noktasını İran'ın nükleer faaliyetlerinden duyduğu rahatsızlığın oluşturduğunu söylemek güç değildir. Bu bakımdan önümüzdeki dönemde İran merkezli krize ilişkin bir pazarlık masasına oturulması durumunda İsrail'in ulusal güvenliği ve daha da ötesi devletinin hayatta kalması
ile alakalı olması nedeniyle Tahran'ın nükleer güç sahibi olmasını kesin olarak reddedeceği ve bunu tartışma konusu dahi yapmayacağı bilinmelidir.
Dahası, 1986'da İsrail'in Dimano tesislerinde çalışan Mordehay Vanunu'nun, ülkesinin 200 kadar nükleer füze geliştirdiği hususundaki itiraflarına rağmen İbrani Devleti, sahip olduğu iddia edilen nükleer silahlar konusunda izlediği 'ne kabul et ne reddet' yönündeki stratejisini sürdürmektedir. Bu çerçevede Tel Aviv hükümetlerinin Arap-İslam âlemi karşısında dengeyi sağlamak için kimi dönemlerde elinde bu silahların bulunduğunu kabul etmesi, buna karşın Batı baskısı karşısında ise yalanlama yoluna gitmesi sonrasında ağırlıklı olarak ortaya konan görüş İsrail'in elinde ciddi bir nükleer güç bulundurduğu yönündedir.
Bu politika çerçevesinde Tel Aviv, bölge güçleri içerisinde tek nükleer güç olarak kalmak ve ne pahasına olursa olsun bu durumu devam ettirmek istemektedir.
Nitekim 1980'lerin başında Irak'a ait 'Temmuz Nükleer Santral'ına' yönelik saldırı, 2007'de Türkiye olmak üzere pek çok ülkeyi karşısına alma pahasına tüm riskleri alarak Suriye'nin Deir az-Zor nükleer santralını vurması ve Libya lideri Muammer Kaddafi'nin nükleer faaliyetlere ilişkin planlarını dile getirmesi sonrasında henüz ortada bir çalışma dahi yokken elinde tüm güçleri kullanarak Kaddafi'ye geri adım attırması, İsrail'in bu siyasetinde ne denli ciddi olduğunu açıkça göstermektedir.
Nükleer tartışma
Bu konuda kendi çıkarını ortaya koyan ve bunu gerçekleştirmek için uzlaşmak yerine sertliğe başvurmaktan çekinmeyen İsrail'in aksine ABD, İran dosyasında aceleci davranmaktan ve savaş seçeneğini tercih etmekten şimdilik kaydıyla kaçınmaktadır. Nitekim bizzat Amerikan İstihbarat Başkanı Dennis Blair bu yıl itibarıyla İsrail'in İran'a saldıracağı yönündeki beklentisini açıklamasına rağmen Obama yönetimi öncelikli olarak iki maddeye önem atfetmektedir. İlk olarak nükleer faaliyetlerine son vermesi hususunda müzakere bazlı bir yaklaşım deneyecek olan yeni Amerikan yönetimi savaş seçeneğinin gündeme gelmesi durumunda öncelikle İran'a yakın duran Çin, Rusya gibi devletleri ikna ederek bu ülkeyi yalnız bırakmak ve Arap, İslam ve Batı dünyasından müttefiklerini de arkasına alarak çokuluslu bir güçle askeri harekâta girişmek niyetindedir. Bu çerçevede savaş kararının tek sorumlusu olarak görülmek istemeyen ABD ve İsrail'in NATO veya BM çatısı altında bir müdahale gerçekleştirilmesinden yana olacağı kanaatindeyiz.
Sonuç itibarıyla İsrail, Araplarla olan uyuşmazlıklarının çözümünün yalnızca iki tarafa bağlı olmadığı ve üçüncü bir faktör olarak İran'ın da artık bu denklemde yer aldığı yönündeki tezi kabul etmiş bulunmaktadır. Bundan dolayı İbrani Devleti'nin, gerek Batı gerekse bölgesel güçler tarafından İran konusunda sıkıştırıldığı taktirde ulusal çıkarlarını tehlikede görerek daha önce de uygulamaktan çekinmediği 'benden sonra tufan' denklemini bir kez daha devreye sokabileceği unutulmamalıdır.
Böylesi bir alternatifi hayata geçirirken İsrail'in hiçbir sınır tanımayacağı ve kitle imha silahları kullanımına dahi gidebileceği gözden uzak tutulmamalıdır.
Prof. Dr. Samir Salha: Kocaeli Üniversitesi öğretim üyesi
Kaynak: Radikal