Sömürgecilik (altında yaşama) deneyimi olmamak açısından en azından Batı ile ilişkilerde ayrıcalıklı bir yere sahip olmamıza rağmen, kültürel anlamda kendi kendini sömürgeleştirmeyi başarmak gibi de bir ayrıcalığımız var. Genel anlamda tarihimiz kadar bu günümüzü şekillendiren İslam medeniyetiyle kurduğumuz ilişkinin koparılmak istenmesi düşünce hayatımızda kökten bir değişikliğe yol açtı. Bu kopuş bir anda bizi, varoluşsal sorunlara dair hiçbir soyut ve kavramsal düşünce geliştirememiş; her türlü ilmi birikim ve felsefi kavramsallaştırmadan mahrum; batı düşüncesinden ödünç aldığı kavramlarla varlığı anlamlandırmak gibi bir kısır döngünün içine sürükledi.
İslam düşünce birikimine dair bilgi ve değerlendirmeleri bile batılı paradigmaların pirizmasından kırılarak elde eder hale getirildik. Buna göre İslam düşüncesi, İslam felsefesi (hikmet) belli bir dönemde Yunan düşüncesiyle başlamış, küçük bazı katkılardan başka varlık gösteremeyen bir oluşumdu. Batılı İslam düşüncesi yorumuna göre Müslümanlar yüzlerce yıldır düşünce üretememiş, düşünmeyi bırakmış bir topluluktu… Ne yazık ki bu yaklaşım, bizdeki akademik ve entelektüel çevrelerde hiç sorgusuz kabul görmüş; bin yılı aşan düşünce birikimini Batı açısından yorumlamanın en yaygın örneği olarak, İbn Rüşd'ü merkeze alan ve ondan sonra İslam dünyasında düşüncenin, bilimin öldüğü türünden bir yargıya indirgenmiştir.
“İslam Felsefesi Tarihi” adıyla S. Hüseyin Nasr ve Oliver Leaman'ın birlikte hazırladıkları kitabın Türkçeye kazandırılması (Açılım Kitap, 0212 5209890) bu konuda önemli bir boşluğu dolduracak nitelikte. İngilizcede çok daha önce yayınlanan bu eserin yine de beş altı yıl içinde Türkçeye kazandırılmış olması en azından İslam felsefesine nasıl yaklaşılmaması gerektiği konusunda önemli bilgi ve uyarılar sunuyor. Her ne kadar kitabı hazırlayan Nasr ve Leaman'ın felsefi yaklaşımları tümüyle birbiriyle uyuşmasa da İslam felsefesinin dönemlendirilmesi, isimlendirilmesi ve coğrafi olarak yansımalarını ortaya koymada alışılmış kalıp ve şemaların dışına çıkan ortak çalışmayı gerçekleştirmiş olmaları düşünce tarihçileri kadar konuya ilgi duyan genel okuyucu için önemli katkılar sağlayacağı kesin.
İslam düşünce tarihi gibi İslam felsefesi tarihi çalışmalarının önünde duran en önemli sorunlardan biri bu birikimi ele almada karşılaşılan yöntem sorunudur. Son zamanlarda İslam filozoflarına ait klasik metinlerin yavaş da olsa Türkçeye kazandırılmaya başlanması (bu çerçevede İstanbul Üniversitesi hocalarından Mahmut Kaya'nın klasik metin çevirilerinin, dil ve muhteva açısından önemli katkısına değinmek isterim) İslam düşünce geleneğinin anlaşılmasında tek başına yeterli değildir. Bu metinlerin düşünce geleneği içindeki yeri, beslendiği-temsil ettiği ekoller ve onun kavramsal dünyası bilinmeden İslam düşüncesinin kavranamayacağı gerçeği tartışılamaz.
“İslam Felsefesi Tarihi”nde S. Hüseyin Nasr'ın İslam felsefesinden ne anlaşılması gerektiği, Batıdaki yanlış algılama ve aktarma sorunlarına işaret eden özellikle “Giriş” kısmındaki makaleleri yukarıda değinilen konularda yeniden düşünmeye davet eder mahiyette. İslam felsefesini dönemin bilim ve felsefe dili olması hasebiyle çoğunlukla Arapça kaleme alınmış olmasını gerekçe göstererek “Arap felsefesi” şeklinde daraltmaya yatkın Batılı felsefe tarihçilerinin aksine bu muazzam birikimin neden “İslam felsefesi” olarak adlandırılması gerektiği konusunda tutarlı açıklamalar yapıyor. Bu konuda son örneklerden biri, Cambridge Üniversitesi Yayınlarının (C.U.P.) değişik alanlarda ansiklopedik çapta peşpeşe yayınladığı kitaplar arasında yer alan “The Companion to Arabic Philosophy” isimli eser geniş muhtevasına rağmen böylesi bir isimlendirme sorununu yansıtmış görünüyor (Türkçeye daha doğru bir isimle çevrilmesi sevindiricidir: İslam Felsefesine Giriş, Küre yayınları).
“Avrupa merkezli İslam felsefesi anlayışı, batıda bizzat İslam felsefesinin kendisi olarak görülmüştür. Daha çok Katolik çevreler ve Ortaçağ Avrupa felsefesi ve teolojisi ile ilgilenen kimseler tarafından savunulan bu şekildeki bir İslam felsefesi anlayışı (…) İslam felsefesinin İbn Rüşd'ten sonraki sekiz asrının nüfuz edilemez olarak kalmasını tercih etmiştir. İslam felsefesi sadece 'ortaçağa ait' bir felsefe olmayıp, aynı zamanda, modern olmasa da, çağdaş bir felsefedir” (sy.31). Arap milliyetçiğini de besleyen “Arap felsefesi” yaklaşımını aşacak, kendi düşünce geleneğimizle sağlıklı bir ilişki kurulması önce Müslüman bilim adamlarının görevi. İslam dünyasının geleceği bizi teslim alan, daha doğrusu İslam'ı terörize edercesine terör parantezine alan güncel dayatmalardan sıyrılıp asli gündeme dönmemize bağlı.
Kaynak: Yeni Şafak