İslami döneme gelinceye kadar antik şehirler, büyük ekonomik krizler, özelikle kıtlık ve tabii afetler, savaşlar veya eşkıyalık ve talan sonucunda yerle bir edilirlerdi. Antik şehirlerin kuruluşundaki rol oynayan önemli faktör, insanların kendilerini korumak amacıyla surlarla çevrili yerlerde şehirler kurmalarıdır. Kısaca bu şehirlere ‘savunma amaçlı’ diyebiliriz. Bir şekilde harabeye dönmüş şehirlerin imar edilerek yerleşime açılması, canlandırılması bir tür şehir modeli olarak medeniyet tarihine geçmiştir. Bu yüzden birçok şehrin sonuna “abad” kelimesi eklenmiştir; Haydarabad gibi.
İslamiyet, başından beri manevi ve manevi, dünyevi ve uhrevi değerlerin buluştuğu eksende bir şehir modeli tasavvur edip kurdu. Dünya ve ahret kaygılarının şehrin yapısında rol oynaması, şehir hayatının insan ve toplum davranışları üzerinde belirgin bir etkisinin olacağı hususuna işaret eder. Peygamber Efendimiz (s.a.)’in buyurduğu rivayet edilen bir hadisi şöyle: “Kim çölde oturursa katılaşır; kim av peşinde koşarsa kaybeder; kim saltanata geçerse bozulur.” Buradaki saltanatın, sadece yönetim manasında değil; gücün temerküzü ve tekelleştirilmesi manasında kullanıldığını düşünülebiliriz. Yine Kur’an’ı Kerim: “Senden önce gönderdiklerimiz ancak şehirlerde, beldelerde oturan kimselerdir.” diye buyuruyor; keza peygamberler, büyük ölçüde yerleşim merkezlerine gönderilmişlerdir. Mesela Tevbe Suresine veya Hucurat Suresine baktığımız zaman, Kur’an-ı Kerim’in genel eğiliminin, “şehir hayatını bedevi hayatına tercih” yönünde olduğu görülür. Nasslarda ifade edildiği gibi, “Badiyede yaşayan insanların mizacı sert ve katıdır”. Zira bedevi, zorunlu olarak tabiatın sert şartlarıyla devamlı mücadele etmek durumundadır. Bu yüzden nizama, intizama, düzene girmesi, bürokratik hiyerarşi içinde disipline olması, belki ehlileştirilmesi ve buna bağlı olarak ilişkilerin incelmesi bedevi hayatında daha azdır.
İslam’da Medine/şehir hayatının Hicretle beraber ortaya çıkması tesadüfi değildir. Bir bakıma hicret, yeni bir medeniyeti, yeni bir şehir hayatını ortaya çıkarmanın da başlangıç noktasına işaret eder. Hz. Ömer, bilinçli bir şekilde, Peygamber Efendimizin takip ettiği siyasete uygun olarak, bedevileri yerleşik hayata geçirip alıştırmak için özel gayret sarf etti.
Müslümanlar Medine’yi kurduktan sonra fetihler başladı. Tabir caizse bu politik, askeri gelişmeden sonra “İslam veya Müslümanların şehri” ortaya çıkmış oldu. Hiç kuşkusuz bu aşamadan sonra da Müslümanlar gelişigüzel şehirler kurmadılar. Şehir modellerinin tespitinde ve geliştirilmesinde Müslümanların belli başlı üç ayrı tarz takip ettiklerini söylemek mümkün:
1) Fethettikleri yerlere gittiklerinde, eğer o şehrin formasyonu, yani şehrin yapısı, kuruluşundaki ana prensipler, o günkü maddi ve sosyal durumu müsaitse, o şehri yeniden diriltme yolunu tuttular.
2) Eğer o şehir iflah olmayacak durumda gözüküyorsa, başka bir deyişle sosyal ve ahlaki çürüme son haddine gelmişse, ona rakip şehirler, ikiz şehirler kurdular.
3) Yepyeni bir şehir kurmuşlardır.
İslami devirde diriltilen şehirlere en tipik örnek Şam’dır. Şam, kadim bir şehirdir, Müslümanlar oraya geldikten sonra onu diriltip yeni bir medeniyet merkezi haline getirdiler. Şam’ın Muaviye tarafından yeni başkent olarak seçilmesi, Bizans şehir kültürü, saray alışkanlıkları, harem ve diğer teamül ve oturma biçimlerinin, mekan kullanma anlayışının de İslam’a dahil olmasının önünü açtı. Bu açıdan bakıldığında Medine’den Şam’a sadece siyasi ve idari hayatın merkezi başkent taşınmadı, iki farklı medeniyet modeli arasında belli ilişkiler kuruldu, karşılıklı etkileşimler de gerçekleşti. Müslümanlar Beni Ümeyye Cami’sini inşa ettiler, ekili alanları genişlettiler, nehrin şehre dağıtılmasını sağladılar, böylece gelişmiş mimari yanında bir ziraat kültürü geliştirmeye çalıştılar. Yine Süveydiye, Antakya, Tarsus, Adana, Mersin ve Lâskîye, Sayda, Sur, Akka gibi eski Fenike şehirleri ile Eski Roma şehirlerinden Ulubelis, Sebten, Tanca, Fes bu modele örnek yerleşim birimlerdi; Müslümanlar buralara geldiklerinde adeta hayatiyetlerini kaybetmiş şehirlerdi bunlar. Müslümanların gelişiyle bu şehirler dirildi, yeni cazibe merkezleri haline geldi.
Eski şehirlere karşı yeni şehirlere, yani ikiz şehirlere Merrb ve Berb, Buhara ve Semerkant ile Fustat ve Kahire örnek verilebilir.
Tamamen İslami devirlerde kurulan şehirlere örnek, Basra, Kufe, Vasık, Bağdat, Samara, Ucça, Marakeş, Kurtuba, Sevilla, Kadis, Malaga, Tuleytula, Lizbon, Saragosa’dır.
Bu konuda Kurtuba başlı başına bir örnektir. 300 bin nüfusa baliğ olan bu şehrin 21 mahallesi ve çevresiyle beraber toplam 41 semti vardı. III. Abdurrahman, Kurtuba’nın 5 km. kuzeybatısına Medinetül Zehra’yı kurdu, zaman içinde Kurtuba’yla birlikte 500 bin nüfusa baliğ oldu. Paris, o zamanki en büyük Avrupa şehridir, ancak 200 bin nüfusa sahiptir. Kurtuba’nın kütüphanesinde 1 milyon kitap vardır; Kurtuba, akşamdan sabaha kadar sokakları kandillerle aydınlatılırdı; geceleri gündüz gibiydi.