Teşkilat ile İlgili Başarı Kriterleri ve Bunun Büyük İkilemleri - 2
Üçüncüsü: Derinlik ve Yayılmak
Toplumsal değişim hareketleri genellikle uygulamaya dönük bir problemle karşılaşırlar. Bu problem, değişim hareketlerinin şu iki metottan hangisini seçeceği ile bağlantılıdır:
1- Keyfiyeti (niteliği) öne çıkaran seçmeci metot: Bu metot hareketin sağlam bir çekirdeğe ve kendine özgü bir çalışma düzenine sahip olmasını da güvence altına almayı hedefler.
2- Kemiyeti (niceliği) öne çıkaran toplamacı metot: Bu metot ise galip gelmeye güç yetirecek en fazla insan gücünü toplamayı hedefler.
Bazı İslâmî hareketler, nitelikli olmada o kadar aşırıya giderler ki, sonuçta gerçekçi olma duyularını yitirirler ve ümmetin genelinden kopuk seçkinci bir grup haline gelirler. İslâmî hareketlerin başarılı ve başarısız deneyimlerini incelediğimizde, derinlik ve yayılmak arasındaki dengenin iyi kurulması gerektiğini gösteren pek çok dersle karşılaşırız. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Kuruluş döneminde, nitelikçi ve seçmeci metodun esas alınması gerekir. Bunun faydalarından bazıları şunlardır: Modelin sağlam bir şekilde yerleşmesi, temelin oluşturulması ve işlerin idaresinin en güvenilir kişilerin elinde olması. Böylece binanın temeli en başından sağlam atılmış olur. Sonucun başarılı olması için, başlangıcın doğru yapılması şarttır.
2- Kuruluş dönemi geçilip, siyasî mücadele aşamasına girildiğinde, kemiyet (sayı) yönünden mutlaka bir açılım yapılması gerekiyor. Bu da, üyelik şartlarında nispî bir kolaylığı, eğitim kanallarının açılmasını ve insanları genel bir şekilde hazırlamayı gerektiriyor. Nitekim başlangıçta İslâm davetine katılım tek tek olurken, sonunda Allah'ın dinine grup grup, bölük bölük girmişlerdir.
3- Derinlik metodu ile yayılmak metodu arasındaki ayrım, sadece zamanla ilgili bir ayrım değildir. Yani birinin sadece kuruluş dönemine, diğerinin de sadece siyasî mücadele dönemine ait metotlar olduğunu söylemek yeterli değildir. Aksine bu iki metot arasındaki ayrım, aynı zamanda görevle de ilgilidir.
Hem derinlik metodunun, hem de yayılmak metodunun geçerli olduğu, kendilerine özgü alanları vardır. Örneğin hareketle ilgili bazı özel birimlerin, üye kabul etmede ve nitelikli olma şartını korumada, her zaman için son derece sıkı davranması gerekir. Bazı birimlerin ise doğal olarak böyle bir sıkılığa ihtiyacı yoktur. Aksine topluma açık olmazsa ve toplum ile ilişki içinde bulunmazsa, kendine zarar vermiş ve kendini boğmuş olur.
4- Birçok sebep açılımı ne kadar teşvik ederse etsin, yine de bir bütün olarak genel hareket yapısından soyutlanmamak gerekiyor. Özellikle de, çalışmanın geleceği ve hareketin stratejik yönelişiyle bağlantılı olan bazı birimlerin. Genel çalışma birimlerinin ise mutlaka genişletilmesi ve isteyenlere kapılarının açılması gerekir. Hatta hareketin hatiplerinin ve sözcülerinin, insanî olarak, toplumun bütün kesimlerine gitmeleri gerekir.
Geriye bu birimlerin, içlerindeki aktif kişiler tarafından yönlendirilmesi görevi kalıyor. Bu kişiler, deneyimleriyle ve diğer birimlerle koordineli hareket ederek, etraflarındaki kitleleri yönlendirip idare edebilmelidir. Alenî açılım zamanında, gizli hareket yapısını korumak, "paralel teşkilat" düşüncesinin uygulanmasını gerektiriyor. Paralel teşkilat düşüncesi ise, güvenlikte sağlamlığı, siyasette mahareti ve idarede koordinasyonu gerektiriyor.
5- Hareket, herhangi bir aşamada açılıma karar verdiğinde, bunu, yönünü iyi belirlediği bir plan çerçevesinde yapması gerekir. Aksi takdirde açılım, olumsuz sonuçlar doğuracak bir başıboşluğa dönüşebilir. Hareket, genel stratejisine uygun olarak, açılımda belirli kesimlere yönelmeye ve -örneğin- özel bir toplumsal güç üzerinde yoğunlaşmaya ihtiyaç duyar.
5- Derinlik ve yayılmak arasındaki denge, siyasî durumlar ve güvenlik şartlarıyla da bağlantılıdır. Eğer siyasî özgürlük varsa ve güvenlik birimlerinden gelecek baskı tehlikesi çok sınırlıysa, o zaman tercih edilecek yol, hızlı bir şekilde yayılmaya yönelmek ve elde edilecek kazanımları katlamaya çalışmak olacaktır. Eğer siyasî sıkıştırma ve güvenlik baskısı varsa, o zaman da -kendini gözden geçirmek, oluşumu derinleştirmek ve safları sağlamlaştırmak için- tercih edilmesi gereken yöneliş derinleşmek olacaktır. Böylece hayır kapıları, hareketin önünde her zaman açık kalacaktır: Hareket özgürlük şartlarında genişlemeye ve yayılmaya, baskı şartlarında ise derinleşmeye ve yoğunlaşmaya yönelecektir.
Dördüncüsü: Genellik ve Özellik
İslâmî hareketler, temel hareket noktasında ve ilkede birleşiyorlar. Hareket sahaları olan toplumsal çerçeveye ek olarak, yaşam sürelerinde, tecrübelerinde, hacimlerinde ve oluşumlarında ise farklılaşıyorlar.
Farklı toplumlarda gelişen hareketlerin her birinin kendine özgü tarihî arka planı, kültürel gelişimi, siyasî sistemi, ekonomik gelişimi ve toplumsal mozaiği vardır. Onun için bu hareketler arasında benzerlik ve farklılık, birlik ve çeşitlilik, genellik ve özellik olması kaçınılmazdır. İşte bu bileşkelerin üzerine kurulan pratik gerekliliklerin arası nasıl bulunacaktır?
Şüphesiz, olması gereken, "özellik ile genellik" arasında ve "yerel düzeyde ortaya çıkan görevler ile uluslararası düzeyde ortaya çıkan kardeşlik ve yardımlaşma görevi" arasındaki dengenin kurulmasıdır. Ancak bu dengenin kurulması gerçekten çok zordur. Menfaatler çatıştığında ve öncelikler çoğaldığında, yapılması gereken ne olacaktır?
İşte bu noktada bizim gördüğümüz durum şudur: Bütün İslâmî hareketlerin ve cemaatlerin, "özel aktif mantığı", "genel sloganlar mantığı"na galip getirerek, özel olanı genel olana tercih etmeleri gerekiyor. Bunun şer'î temeli, Kur'an'ın Hz. Peygamber'e önce yakın akrabalarını uyarmasını ve yine ilim sahiplerine de kavimlerini uyarmalarını emretmesidir.
Aynı şekilde fiili menfaatler de bunu haklı çıkarıyor. Çünkü bütün işaretler, İslâmî hareketlerin probleminin, uluslararası düzeyde insan toplama ve çok sayı elde etme problemi olmadığını, aksine yerel planda aktiflik ve nitelik problemi olduğunu gösteriyor. Harekete dinamizm ve canlılık kazandıracak olan, yerel meseleler üzerinde yoğunlaşmaktır. Uluslararası veya bölgesel yönetimlerin peşine düşüldüğü oranda, yerel meselelerin zararına hareket edilmiş olunur.
Bazı İslâmî hareketler, mekânla ilgili duyarlılıklarını kaybettiler. Bu durum, öncelikler sıralamasında büyük bozulmalara yol açtı ve bu hareketlerden birçoğunu, siyaset ve teşkilat alanında, kronik hale dönüşen zaaflara uğrattı. Bu hastalığın görüntülerinden biri, bazı İslâmî hareketlerin, daha önceki hareketlerden devralınmış hareket şekillerine ve modellerine harfi harfine bağlılık göstermeleri, onlara -bazı cüz'î meselelere varıncaya kadar- muhalefet etmeye cesaret edememeleri ve içinde bulundukları şartlar gerektirdiği halde onlardan bağımsız hareket edememeleridir.
Bununla ilgili Dr. Hasan Mekkî bir örnek zikrediyor: "1940'lı yılların sonunda, Sudan İhvan-ı Müslimin'in liderleri, İngiliz idaresinden, cemiyetlerine yasal olarak izin verilmesini ve bir merkez inşa etmelerine müsaade edilmesini istiyorlar. İngiliz idaresi sekreterliği ise, Mısır'daki İslâmî hareketten bağımsızlığını ilan etmedikçe, harekete bir merkez inşa etme izninin verilmeyeceğini söylüyor. Bu sırada Mısır'daki İslâmî hareket 1948'deki o çok zor süreçten geçiyor ve feshedildiği için yasal olmayan bir durumda bulunuyor. İşte bu noktada, Sudan teşkilatı, kendisine belli bir ölçüde hareket serbestliği sağlamak için, en azından taktik olarak, bağımsızlığını ilan etme cesaretini gösteremiyor."[1]
Üstad Hasan Mekki bu durumu şu şekilde yorumluyor: "İslâmî şuur, içerdeki ihtiyaçlarla meşgul olmaktan çok, dışarıda olanlardan etkileniyordu."[2] Maalesef, İslâmî hareketlerin büyük bölümü bugün de aynı problemi yaşıyor.
İslâm toplumlarının farklılıkları, mevcut problemlere verilecek en uygun cevabın türünü belirler ve İslâmî hareketlere, kendi toplumlarının özelliklerini dikkate alarak hareket etmelerini ve bu özelliklere uygun yeni vasıtalar geliştirmelerini zorunlu kılar. Yoksa yapılacak şey, başka şartlarda gelişmiş hareket biçimlerini taklit etmek veya farklı şartlar için geçerli olan bir vasıtayı -hiçbir uyarlamaya tabi tutmaksızın- ithal etmek ya da yapılması gereken belirli ve özel görevleri bırakıp, Müslümanların genel durumlarıyla meşgul olmak değildir.
Maalesef İslâmî hareketlerin bazıları, hareket ve çalışma sahasında bu önemli farkları gözden kaçırıyorlar. Bu hareketler Dr. Muhammed Ammara'nın mülahaza ettiği gibi "teorik soyutlamaya" yöneliyorlar. "Teorik soyutlama", İslâm dinindeki vahdete (birlik ve bütünlüğe) bağlı olarak, İslâm âlemini ve şartlarını tek bir düzlem olarak tasavvur ediyor ve gelişim seviyelerinde, örflerinde, adetlerinde, gidişatlarında ve düşünüşlerinde farklılık tanımıyor."[3]
Buna bağlı olarak, birbirlerine benzeyecekleri vehmine kapılıyorlar, gerçeklerden uzaklaşıyorlar ve farklılıkları ölçüp değerlendiremiyorlar. Sonuçta genel ve özel olan arasındaki dereceleri kavrayamıyorlar ve bu da pratik öncelikler basamağındaki düzenin büyük oranda bozulmasına yol açıyor:
— Vaaz, ahlakî terbiye ve bireysel arınma üzerine yoğunlaşmayan bir İslâmî hareket görülmüyor. Oysa içinde bulundukları toplumlar, diğer toplumlara göre ve hatta öncekilere göre, ahlâkî gerekliliklere bağlılık ve genel manzara açısından oldukça iyi durumda olabiliyor. İşte bu durumdaki hareketlerin yapmaları en uygun şey, genel sistemin ıslah edilmesine yönelmek ve toplumsal dostluğu, cahiliyenin kabile taassupları üzerine değil, İslâmî temeller üzerine bina etmeye çalışmaktır.
— Kalabalıkları etrafında toplamaya yönelip, bu konuda yeteri kadar, hatta daha fazla bir sonuç elde etmiş bir hareketin yapması gereken en uygun şey, dağılmaktan ve parçalanmaktan korunup, zor ve sıkıntılı zamanlara hazırlanmak için, artık sistemini kurmaya, düzenini oturtmaya, çekirdeğini sağlamlaştırmaya ve saflarını kenetlemeye çalışmaktır.
— Ülkesinde nispî bir özgürlüğe kavuştuğu halde, başka hareketlerin deneyimlerinin miras bıraktığı güvenlik korkusuyla, gizlilik mağaralarından çıkmayan bir hareketin, aslında yapması gereken en uygun şey, bu özgürlükten yararlanıp, içinde yaşadığı toplumu kazanmak için açıktan davet çalışmalarına yönelmektir.
— Bazı hareketler de siyasî bir özgürlük ile karşılaştığında, gereksiz bir heyecana kapılıyor, sayısal açıdan ne kadar güçlü olduğunu dile getiriyor ve acele ile başkalarıyla yüzleşmeye koyuluyor. Ancak bu hareketler, toplumdaki özel egemen güçleri hesaba katmıyorlar. Oysa ne kadar çok olursa olsun, dağınık sayısal üstünlükler, bu güçler karşısında hiçbir anlam ifade etmiyor. Söz konusu hareketler, karşılaşabilecekleri baskı ve zulümden korunmak için, özel bir kuvvet kurmayı da planlamış olmuyorlar. Bunun bedeli, hareketin geleceğini ve hatta toplumun varlığını tehdit edecek derecede pahalı oluyor; kan ve kin ile sonuçlanıyor.
— Bazı hareketler, bidatçı grupların ve kelâmcı taifelerin olmadığı bir toplumda, bütün gayretini inançları düzeltmeye ve ölmüş kimselerin bidatlarını ve sapıklıklarını tartışmaya yoğunlaştırıyor. Oysa bu hareketlerin yapacağı en uygun şey, sömürülmeye ve siyasî bağımlılığa karşı savaşmak; düşmanların, ümmetin zenginliklerini yağmalamasına ve saygınlığını ayaklar altına almasına kapı açan -veraset yöntemi ve cahilî gelenek üzerine kurulmuş olan- bozuk siyasî sistemi düzeltmeye çalışmaktır.
— Metotla ilgili bütün bu olumsuzlukların sebebi, İslâmî hareketlerin "genel" ve "özel" olanların derecelerini kavrayamamaları ve bunlardaki pratik öncelikleri, yaşanan gerçeklerden/konjonktürden doğan bir anlayış üzerine bina edememeleridir. Acaba, zihinlerdeki suretlerin esiri olmaya ve ortadaki gerçeklerden gafil olmaya ne zamana kadar devam edilecektir?!...
Beşincisi: Farklılaşmak ve Marjinalleşmek
İslâmî hareketler, ümmetin durumunu düzeltmek için, belli bir ölçüde, başkalarından farklılaşıp belirginleşmek ve bilinen düşüncelerden daha farklı programlar sunmak durumundadır. Ancak farklılaşmak, bazı İslâmî hareketlerde bir hastalık haline dönüşüyor ve o hareketleri, kendi köşelerine çekilip, toplumda marjinal bir grup haline gelmeye yönlendiriyor.
İslâmî metotsal düşüncenin kaynağı olan "Hz. Peygamberin sireti"ni inceleyen biri, onun hayatında böyle bir sakınma, şüphe ve hastalık göremez. Peygamberlik dönemindeki Medine'de, iman ve takva düzeyleri farklı olan değişik Müslüman prototipleri vardı; bazılarını nefsine zulmediyor, bazıları orta yolu tutuyor (ifrat ve tefritten sakınıyor) bazıları da Allah'ın izniyle hayırlarda ve iyiliklerde diğerlerini geçip öne çıkıyordu.
Ancak toplumun tamamı veya tamamına yakını, dinin zaferi için çalışmaya ortak oluyordu. Ne zaman bir seferberlik ilan edilse, herkes bu çağrıya icabet ediyor ve -münafıklıkları açıkça bilinenlerin veya Allah'ın kabul ettiği bir özre sahip olanların dışında- kimse farklı davranmıyordu. Onun için Tebük savaşından geriye kalan üç kişinin durumu -Allah tövbelerini kabul etmeden önce- o dönemde İslâm toplumunu şok etmişti.
Hz. Peygamberin sahabelerinden de günah işleyenler ve hatalara düşenler oluyordu; ancak bu durum onları toplumun dışına itip marjinalleştirmiyor veya dinin zaferi için çalışmalarına engel olmuyordu. Bunu anlamak için şu durumu bilmek yeterlidir: Bedir savaşına katılanlardan iki sahabeye, daha sonra içki içme cezası uygulanmıştır. Bu sahabeler (Allah onlardan razı olsun) Nuayman bin Amr[4] ve Kudâme bin Maz'ûn'dur.[5]
Farklılaşmayı yanlış uygulamaya, aynı şekilde derinlik ile yayılmak arasındaki dengeyi kurmada başarısız olmaya verilecek örneklerden biri de herhalde Pakistan'daki Cemaati İslâmî deneyimidir. Cemaat, üyelerini iki kısma ayırıyor:
1- Kurmaylar (el-Erkân): Düzenli üyelerdir. İslâm'ın öğretilerine tam olarak bağlı oldukları açık bir şekilde ortay açıkmış seçkin insanlardan oluşur. Bu kimseler çok uzun süredir cemaatin içindedirler ve ilkeye bağlılıklarının gücü, aynı şekilde liderliğe olan derin vefaları/dostlukları kanıtlanmıştır.
2- Müttefikler (el-Müttefikûn): Aday üyelerdir. Cemaate sempati duyarlar ve yardım ederler. Ancak liderlik onları, -kendi bakış açılarına göre- dindarlıktaki, bilinçlenmedeki veya dostluktaki eksikliklerinden dolayı tam üyeliğe hazır görmez.[6]
Bu ayrımın kökleri, cemaatin kurucusu üstad Mevdudi'nin ve kurucu dostlarının, "ulusal bir kimlik olarak İslâm" ile "yaşanılan bir hayat nizamı olarak İslâm"ı birbirinden ayırma konusunda sergiledikleri hırsa dayanıyor. Pakistan devleti, Muhammed İkbal'in şiirlerinde ve nesirlerinden dile getirdiği İslâm fikri üzerine kuruldu. Böylece Pakistanlılar için İslâm, onları Hinduizm devletinin kimliğinden ayıran, siyasî bir kimlik ve ulusal bir mensubiyet haline dönüştü. Sonuçta İslâm, samimiyetleri büyük ölçüde farklılık gösterse de, bütün siyasî güçlerin programlarının bir parçası olmaya devam etti.
Ancak Mevdudi, -önemli olmasına rağmen- Müslümanların, kendilerine ait bir devlette bağımsız olmalarının, tek başına yeterli olmadığını gördü. Çünkü bu durum, devletin, bir İslâm devleti olduğu anlamını etmiyor. Oysa devletin İslâmiliği, devletin vatandaşları arasında Müslüman çoğunluğun bulunmasından veya İslâm ümmetine mensup olduğunu hissetmelerinden daha büyük bir iştir. İşin başından beri Cemaati İslamî'nin kuruluş amacı, Pakistan halkına, "İslâm devleti" kavramının gerçek anlamını öğretecek ve ona yönlendirecek bir seçkinler topluluğu oluşturmaktır.
Mevdudi, 1941 yılında Cemaati İslamî'nin kuruluş konuşmasında bu hususa işaret ediyordu: Cemaat, sadece bir din olarak İslâm'a mensup olduğunu söyleyenleri kesinlikle üyeliğe kabul etmeyecektir; üyenin "bu kelimenin" (İslâm'ın) anlamını bilmesi ve İslâmî farzların en alt sınırını tatbik ediyor olması şarttır.[7]
Bu sözlerde bir problem yoktur. Ancak görülen o ki, daha sonraları (anlamı bilinmesi gereken) "bu kelime", (anlamı bilinmesi gereken çok daha fazla) "kelimelere" dönüştü. Aynı şekilde "en alt sınır" da, "en üst sınır"a dönüştü. Cemaat liderliği, birine tam üyeliğe kabul etmeyi çok sıkı şartlara bağladı. Bu konuda bütün sınırları aşacak kadar, aşırıya gittiler.
Kuruluş döneminde ve bazı durumlarda, seçicilik ilkesi önemli olmasına rağmen, Mevdudi ve dostları, Pakistan halkının, İslâm'a, siyasî anlamdaki bağlılık ve sevgilerinden istifade etmenin önemini unuttular. Oysa Hindularla yaşadıkları acı tecrübelerden ve Pakistan devletinin kuruluşundaki şartlardan dolayı, Pakistan halkının İslâm'a siyasi anlamdaki bağlılık ve sevgileri, neredeyse diğer bütün halklardan daha fazladır. İşte Mevdudi ve dostları, bireylerin İslâm'ın kurallarını tatbik etmede farklı düzeylere sahip olmalarını bir kenara bırakarak, söz konusu siyasî dostluk ve sevgiyi, cemaatin ve cemaatin siyasî programının yararına olacak şekilde yönlendirmenin önemini unuttular.
Böylece farklılaşma yaklaşımının esiri oldular ve "nitelikli terbiye" ve "derin şuur" konusundaki hırslarından dolayı, önemli olan bu tarihi ve sosyal unsurda aşırılık sergilediler. Sonuçta nitelik ve niceliğin veya derinlik ve yayılmanın gereklilikleri arasındaki dengeyi kuramadılar. Hatta "üzerinde durulan nokta, nicelik değil, nitelik olmaya devam etti. Bundan dolayı cemaat bir halk (kitle) partisi olamadı, aksine bir cemaat olarak kaldı."[8]
Bu durum, içerde cemaatin katı bir yapı ve kapalı bir teşkilat olmasına yol açtı. Bu yapıyı düzeltme ve açılım sağlama gayretlerine ise hep karşı çıkıldı. "Üyelik şartlarının hafifletilmesi yoluyla, cemaatin genişletilmesi teklifleri gündeme getirildiğinde, liderlik bu tekliflere, şu sözlerle sürekli olarak karşı çıktı: Böyle bir şey "Cemaati İslâmî"yi, sıradan bir kitle partisi haline getirir."[9]
Sonuçta Mevdudi'nin otuz yıllık liderliği döneminde (1941-1971) cemaatin düzenli üyelerinin sayısı 2.500'ü geçmedi.[10] Cemaatin kuruluşunun üzerinden yaklaşık yarım yüzyıl geçtikten sonra bile, cemaatin düzenli üyelerinin sayısı 6.000 kişiden daha azdır. Oysa cemaate mensup olanların -veya müttefiklerin- sayısı ise üç milyona yaklaşmıştır.[11] Geriye nüfusu yüz elli milyonu aşan bir halk arasında, -siyasî çoğunluk mantığı ile- altı bin kişinin ne yapabileceğini düşünmek kalıyor!..
Pakistan'daki Cemaati İslâmî, üstad Mevdudi döneminde siyasî bir çalışmaydı. İslâm anayasası ve Kadıyanilik ile mücadele gibi önemli meselelerde kamuoyunun yönlendirilmesine öncülük ediyordu. Ancak bu siyasi parlaklık, cemaatin kapalı teşkilat yapısından çok, belki de Mevdudi'nin dinamizminden ve cesaretinden kaynaklanıyordu.
Sonuçta İslâmî hareketlerin en eskilerinden ve fikrî yönden diğerlerini en fazla etkileyenlerden biri olarak kabul edilen bu hareket, siyasî donukluk açısından kısır bir döngü içine girdi. Hatta halk üzerindeki etkisi de gerileyip kayboldu. Bunun sebebi ise "nitelikli/seçmeci" metot ile "kalabalıkları etrafında toplama" metodu arasındaki dengeyi kuramamış olması ve aşamalı olarak, kapalı kültürel bir cemiyete veya marjinal seçkinci bir harekete dönüşmüş olmasıdır.
Bu çerçevede Pakistan'da yapılan parlamento seçimleri önemli bir gösterge kabul ediliyor: Cemaat 1988 yılında yapılan parlamento seçimlerinde sadece 8 milletvekilliği kazandı. 1990 yılındaki seçimlerde kazandığı milletvekilliği sayısı da yine aynı oldu. Sonra bu sayı geriledi ve 1993 yılındaki seçimlerde sadece 3 milletvekilliği kazandı.
Netice olarak, Cemaati İslâmî'nin tarihi faktörleri yönlendirmedeki acizliği sebebi ile Pakistan, bir İslâm devleti olamadı. Ancak söz konusu faktörlerin mevcudiyeti sebebiyle açık bir laik devlet de olamadı. Çünkü laiklik, Pakistan devletinin kuruluş ilkesi, kimliği ve tarihi düşmanından (Hindistan'tan) ayrı bir devlet haline gelmesiyle çelişiyor. Aksine Pakistan –Osman bin Fodio'nun kendi ülkesi olan Nijerya'yı nitelediği gibi- "karma bir devlet" oldu. Osman bin Fodio'ya Nijerya'nın "Dâru'l-İslâm" mı? Yoksa "Dâru'l-Küfr" mü olduğu sorulduğunda şöyle demiştir: Ne o, ne de diğeri. Aksine "Dâru Tahlît (karma)"dir.
Ancak sevindirici olan, Cemaati İslâmî'nin şu anki liderliğinin, hareketin içinde bulunduğu -ve bizzat kendisinin sebep olduğu- derin krizi idrak etmiş olmasıdır. Üyelik şartları hafifletildi ve daha fazla iç esnekliğe sahip olmanın kapıları açıldı. Bu açılımın harekete yeni bir kan getirmesi ve harekete, siyaset oyununu, kurucu nesilden daha iyi kavramış yeni nesiller kazandırması ümit edilir.
Cemaati İslâmî, 2000 yılında kendi web sayfasında yayınladığı değerlendirme raporunda, geçmişteki hataları itiraf etti ve geleceğin düzeltileceğini vaat etti. Raporda şu ifadeler yer aldı: "Hareket, toplumun eğitimli kesimlerinde son derece etkili oldu. Ancak genel halk kesimlerinde etkisinin genişletilmesi ve yaygınlaştırılması halen bir ihtiyaç olarak ortada durmaktadır. Bu amaçla Cemaat yeni bir siyasî söylem geliştirdi. Ancak toplumdaki geleneksel güç merkezlerinin üstesinden gelebilmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan gayret göstermesi gerekir. Çünkü Cemaat'in ahlâkı ve düşüncesi henüz dengeli bir siyasî güce dönüşmedi."
Rapor şu acı gerçeği itiraf ederek sona eriyor: "Cemaat şu anda, aktif bir etkiye sahip ideolojik bir güç veya sokakta ağırlığı olan bir baskı grubu gibidir. Ancak henüz bir siyasî güç olma seviyesine ulaşamamıştır."
Yeni strateji güzel sonuçlar verdi. Bu yönelişin benimsendiği 1997'deki kongreden sonra, Cemaati İslâmî'nin üye sayısı iki milyona yükseldi. Cemaat liderliği yakın gelecekte bu sayının beş milyona ulaşacağını ümit ediyor. Böylece hareket, marjinal bira grup olarak kendi köşesine çekilmek durumundan uzaklaşarak, yapısını düzeltiyor ve yeni bir yükselme dönemine başlamış oluyor. Pakistan'daki Cemaati İslâmî deneyiminde, diğer İslâmî hareketlerin dikkate almaları gereken çok önemli dersler bulunuyor.
Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.