İslam ne zaman çözüm olur?

Raşid Gannuşi

Açıkça görülmektedir ki namaz, hac, zekat ve oruçtan ibaret olan halk İslam'ıyla siyasal İslam'ın çok büyük bedeller ödenmeden dışlanması artık mümkün değildir. Bilakis, insanların ona olan ilgi ve alakası, bütün tahminlerin ötesinde artmaktadır. Hatta Fransa bile örneğin İslam'a karşı koyma gailesiyle özgürlükçü ve devrimci mirasına ihanet etmeyi bile göze almakta, bunu da laiklik ve siyonizmin zaferi olarak sunmaktadır.

Bunun nedenleri şunlardır: 

-Diğer dinler değil sadece İslam, modernliğin darbesini yumuşatarak göğüslemeyi bilmiştir. İhtiyacına ve şartlarına göre kendisine uyanı almakta uymayanı atmaktadır. Ekonomi, siyaset ve toplumsal konularda çeşitli alanlarda laikleştirmeye ya da marjinalleştirmeye çalışan bütün projeleri fiyaskoya uğratma hususunda son derece başarılıdır. 

-Örneğin hareket kabiliyeti sağlayan ve insanlarla kolayca ilişkiye geçebilme imkanı veren Müslüman kadının giysisi bunun en somut örneğidir. Keza İslam'la modernlik arasındaki karşılıklı etkileşimin örneklerinden olan İslami bankacılık da kriz içerisindeki kapitalist güçlerin birbirleriyle rekabete giriştiği bir alan haline dönüşmüştür.

İslami projenin bütün toplumsal katmanlara nüfuz etmesi, insanların çoğu umutlarını onun Filistin'deki özgürlük çağrılarına bağlamasına neden olmuştur. Devlet bir mafya ve çeteleşme alanına dönüşmesiyle birlikte her türlü ahlaki bağlardan soyutlanan, insanların rızıklarını yağmalayan, karar alma mekanizmasında çoğulcu yaklaşımı dışlayan, bunu kendi tekelinde tutan, seçimlerin içini boşaltan siyasi bir anlayışa karşı İslam, siyasete damgasını vurarak toplumun her katmanına hizmetler sunmakta ve bu da söz konusu hizmetlerin arkasında yatan kalkınma projelerinin ve hizmet anlayışının derinliğini göstermektedir.  

- Abdestli ellerin Arap ordularının ve devletlerinin teslim olduğu İsrail işgaline karşı faal bir karşı koyuş gösterebilmesi nedeniyle ümmetin kendine olan güvenini yeniden kazanması konusunda İslami projenin başarı göstermesi.

-Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki İslami hareketin siyasi katılımdan uzak tutulması, sonuçları  sadece İslamcılar açısından felaket doğuran ağır bir bedelle sınırlı kalmayacak olup, aynı zamanda hayatın her alanına sirayet edecektir. Nitekim insanlara bedel ödetmeden, devleti bütün aygıtlarıyla bir çete ve mafya makinasına dönüştürmeden, vatandaşlarını terörden koruma bahanesiyle polis komiserlerinin elinde rehine haline getirmeden toplumsal bir hareketi dışlamak mümkün değildir. Bu, Mısır'da, Tunus'ta ve Cezayir'de olan olaylardır. 

- İslamcıların dışlanmasının, demokrasinin ve hukuk devleti topal bırakılmadan, yargı bağımsızlığına ve basın özgürlüğüne darbe vurmadan, iktidarın el değişmesi kuralını ihlal etmeden mümkün olmadığını göstermiştir. Bu da İslamcıların siyasi sürece dahil edilmelerinin demokrasinin tek kriteri haline olduğu anlamına gelir.

Nitekim onların seçimlere katıldığı ülkelerdeki siyasi süreç dikkatle izlenmektedir. Bunun örneğini, Türkiye, Fas, Mısır, Kuveyt, Bahreyn, Ürdün ve Endonezya'da görmekteyiz. Bir de buna, iktidar mücadelesinin İslamcı akımlar arasında geçtiği İran'ı da dahil etmek gerekir. Seçimler, bu ülkelerde İslamcılara siyasi süreçten el çektirilmesi durumunda, tıpkı Tunus'ta olduğu gibi bütün tadını ve gücünü kaybetmektedir.

-İslam, çözümdür. Siyasal İslam'ı dışlayan rejimlerin sürekli yaşadıkları fiyasko, "Çözüm, İslam'dır" sloganına meşruiyet kazandırdı ve bu slogan bütün rakip hareketlerin ya da partilerin sloganlarına üstün geldi. Ve İslamcılar, bu slogan altında seçimlere girerek ve hiç de azımsanamayacak başarılara imza attılar.

- Size bu katılımları aktardıktan sonra buradan çıkarılacak dersleri anlatmak istiyorum.

a. Görev dağılımı.  Geniş halk kitlelerinin sahip olduğu ve herhangi bir devlet, cemaat ya da sivil toplum kuruluşunun onu tek başına temsil edemeyeceği inanç bazlı akaidi İslam'la şu ya da bu cemaatin temsil ettiği siyasal İslam arasındaki görev ayrışması.

Kitleler Siyasal İslam'ın temsilcisi konumundaki cemaatlar hakkında iyi şeyler düşünüp belirli bir seçim döneminde ona oylarını vermektedir. Bir sonraki seçim döneminde ise bu güven gerilemekte ve halk, Kuveyt'te olduğu gibi desteğini söz konusu hareket ya da cemaatlardan çekmektedir. Halbuki öte yandan akaidi İslam dediğimiz olgu, yükselişini sürdürmektedir, zira insanların giyim, kuşam ve söylemlerindeki değişim bunun en bariz kanıtıdır. Görev ayrışması dediğimiz husus örgütsel olarak da belirginleşerek, Islah ve Tevhid hareketi karşısında Adalet ve Kalkınma Partisi'ne karşı konum alabilmektedir. Benzeri şeyler de başka ülkelerde olmaktadır.     


b.İslami hareketlerin iktidarları ele geçireceği yönündeki düşüncelerin gerçek olmadığının anlaşılması. Tunus'ta 1989, Cezayir'de 1990-1992 yılları arasında yapılan seçimlerde İslamcıların katılımı, İslami hareketlere yönelik korkunun ne kadar içi boş bir kaygı olduğunu, insanların dini duygularının kitleleri büyülediği ve ulmanın sunduğu durağan tarih anlayışının insanlara temyiz kabiliyetini yitirmesine yol açtığı ve bilinçsizce hareket eden bir halk anlayışının ne kadar yanlış olduğunu bizlere göstermiştir.

Bu az miktarda meydana gelen saldırı ve hak ihlallerinin nedenlerinin illa da dini olması gerekmediği ortaya çıkmıştır. Asıl neden yolsuzluk ve köhnemişlikle malul egemen devlet modelinin reddi ile değişim yönünde belirginleşen umutlar ve adalet beklentisinin bir karışımıdır. Denedikten sonra gördük ki belirli alanlarda ilerleme belirli alanlarda da gerileme var. Böylelikle "Çözüm İslam'dır" sloganının insanları ne ölçüde kandırabildiğini ya da sahip olduğu birikimi böylece görmüş olduk.

Bu durum, İslamcılara, kutsal bir slogana sahip olmalarının kendilerine iktidarı getirmesinin mümkün olmadığını, iktidar agelmenin başka şeylerle mümkün olduğunu göstermiştir.  Bunun sonucu olarak da bir çok İslami yapılanma ve cemaat, adalet, kalkınma, uyanış (Nahda), mutluluk (Saadet), Refah, Orta yol (Vasatiye-Mısır'daki Vasat Partisi'ne atfen) gibi insani değerlerden çıkarılmış siyasi semboller seçmişlerdir. Bu yaptıklarından dolayı İslamiliklerinden herhangi bir şey kaybetmemişlerdir. Zira İslam, fikri, felsefi, değerlere ilişkin ve fıtri bir düşünce sistemidir. Dolayısıyla İslami harekete sempatiyle bakanlara slogan ve ateşli konuşmalarla değil, insanlara hizmet götürme, onların sorunlarına sahip çıkma ve haklarını korumayla hitap etmek gerekir. 

Siyasi alanda rekabet eden herkes, sloganlarıyla değil insanlara gösterdiği ilgi ve sevgiyle değerlendirilir. Bu yüzden, Halife ve Şeyhulislam  teslimiyet gösterirken, Mustafa Kemal'in Batılı ordulara karşı koyması nedeniyle insanlara sevimli ve sempatik gelmesi hiç de garip değildir. Halk liderini coşkuyla bağrına basmış, ona gazi lakabını vermiş, şairlerin emiri ona şu şiiriyle seslenmiştir: 

''Allahu Ekber, fetihte ne acayiplikler var

Ey ebedi Türk, Arapların da ebedi kahramanı oldun'' 
 

Tunus halkı, ülkenin bağımsızlığını kazandığında Burgiba'nın dindar bir insan olmadığını bildiği halde onu desteklemişti. Halbuki öte taraftan bazı ulemada ise dinle iç içe olmalarına rağmen onlarda bir şey bulamamıştı. Bu halk, İslami hareketlere baskı uygulayan Cemal Abdünnasır'ı, kokuşmuş rejimleri devirme, Filistin'i kurtarma, Arap milletini birleştirme ve bu milleti toplumsal olarak ıslah etme yönündeki vaadleri nedeniyle bağrına basmıştı.

Milletimiz, edindiği bir tür tecrübe ile dini olanla siyasi olan arasında bir ayrım yapma yoluna gitti. Hatta bazı deyimler dilimize yerleşti, örneğin "falancanın duasına nail olmak şanstır ama ondan lider olmaz" ya da "falanca kişinin dinine yararı olur ama dünyana yararı olmaz." gibi.

Peygamber, bazı yakın sahabesinin ve sevdiklerinin yönetimin başına geçmesini bizzat engellemiştir. Örneğin Ebu Zer'e "Kimseye yöneticilik yapma, sen zayıf birisisin" derken öte yandan da Halid bin Velid, İkrime bin Ebu Cehl ve Amr bin el-As gibi İslam'la henüz daha yeni tanışmış insanlara sahip olduğu askeri deha nedeniyle komutanlıklar vermiştir. 

-Halklarımızın karşılaştığı  belli başlı sorunlar nelerdir? İslami yapıların geleceği, sahip oldukları bir takım sloganlardan ve yaptıkları ateşli konuşmalardan bağımsız bir şekilde bu sorunların çözümü konusunda gösterdiği dirayete bağlıdır.

Birincisi-Halkımıza yönelik uluslararası saldırılara karşı koymak: Hakla batıl, iyiyle kötü, imanla küfür, mustafaz güçlerle müstekbir güçler arasındaki daimi karşıtlık, halklarımızla topraklarımızı işgal etme ve saldırma arzusu bulunan başka milletler arasındaki çatışmanın peşpeşe gerçekleşmesini gerekli kılar.

Halkımız, uzun tarihi boyunca sonuncusu 19. yüzyılda gerçekleşen Batı emperyalizminin saldırı ve istilasına şahit oldu. Bu askeriye saldırıya ayrıca kültürel işgal de eşlik etmekteydi ve bunun amacı Müslüman halkların medeniyet kimliğini oluşturan dinamikleri birer birer yok etmekti.

Bu istilaya karşı, ortaya çıkan çeşitli kalkınma projeleriyle birlikte halen ümmet içerisindeki fikir, direniş ve dinamizm ruhunu yeniden diriltmek için faaliyet gösteren cihadi, içtihadi ve ihyacı hareketler tomurcuk vermeye başladı.

Bu hareketler gerek kültürel gerekse askeri olarak her iki işgale ve saldırıya karşı koymayı başardı ve işgal orduları arkalarını dönüp gittiler. Büyük oranda Batılı düşünceyi benimseyen hareket ve akımlar, özellikle de İslam'a gerçekten bağlı olanlarla onu kullananların açıkça ortaya çıkmasından sonra marjinalize edildiler. Halen Batılı komplo güçleri, halklarımıza yönelik hegemonyasını dayatma çabalarını sürdürmektedir. Örneğin herhangi bir ilerleme ve uyanış hareketini engellemek için İslam topraklarına Siyonist devleti bir hançer gibi saplamaları bu faaliyetleri içerisinde sayılabilir. Irak ve Afganistan'ın işgali, ve diğer ülkelerin de işgalle tehdit edilmesi Batılı hegemonyanın sürekli yenilenen çabalarındandır. Bu, halklarımızın ve onun dinamik güçlerinin karşı karşıya bulunduğu ilk meydan okuma olmuştur. Bu, ABD önderliğindeki Batılı hegemonyaya ve onun gayrı meşru çocuğu olan İsrail'in sürdürmekte olduğu bir savaştır.  

Bunun anlamı, halk bakımından en büyük meşruiyet kaynağı ve en büyük görevin, bu meydan okumaya karşı mücadele etme zorunluluğu olduğudur. Filistin'in kurtuluşu Müslüman halkların ama özellikle de Arap halklarının merkezi bir meselesidir,

İşte bütün siyasi hareketler, yönelimler, dışarıda ya da içerdeki koalisyonlar bu kriterle değerlendirilmelidir. Zira Siyonist düşmanla yapılacak olan bütün anlaşmalar ve normalleştirme girişimleri affedilmemesi gereken suçlardan olup her türlü kurtuluş projesine verilen destek insani, dini ve milli bir görevdir.

Örneğin Mısır'da Müslüman Kardeşler, Camp David Anlaşması'na rıza göstermiş olsalardı, bu durumda intiharı seçmiş olurlardı. 

İkincisi-Bölünmeye karşı mücadele: Ümmetin ortaya koyduğu cihad, işgal güçlerini bir bir topraklarımızdan kovabiliyorsa -ki bunların sonuncusu dünyanın en büyük ordusunun Irak'tan çekilmesidir-, Batılı hegemonik güçler de Arapların birliği kandırmacasıyla İslami vahdetin en büyük kozunu iskat etti. Halbuki, esas plan onların bölünmesiydi ve hazır ellerindeki planları hemen devreye soktular. İsrail ve hemen arkasından NATO, bu bölünmeyi sağlamak ve İsrail'i korumak için harekete geçtiler. Bu da İslam topraklarındaki her türlü uyanış projesinin yok edilmesine katkıda bulundu.

Özetle, Arapların diğer Müslüman halklarla dayanışma içerisinde Arapların kendi devletlerini kurma hakkını ikrar eden bölünmeye karşı bütün güçleri bir araya getirecek ciddi bir mücadele stratejisi geliştirmeden İslam ümmetinin diğer milletler arasındaki öncü konumunu yeniden elde etmesinin yolu yoktur.

İşte tüm bu sebepler, bölünmeye karşı mücadeleyi, İslami hareketlerin mutlak öncelikleri arasında yer almasını gerekli kılmaktadır. Ayrıca ümmetin bütün güçlerini, mezheplerini, eğilimlerini içine alacak mutedil bir İslami düşüncenin yayılması da bunu gereklerindendir. İhvan, Arapçılarla birlikte İslami-Ulusal Kongre'yi kurarak Arap Birliği'ni benimsediklerinde çok güzel bir iş yapmış oldu.  


Üçüncüsü-İstibdada karşı mücadele: Şura sisteminin, İslam'ın erken dönemlerinden beri ısırıcı saltanata dönüşmesi, İslam ümmetinin tarihindeki ilk bozulmayı teşkil eder. Bunun olumsuz tesirlerine karşı koymak için, ulemanın yöneticilerin tanrılaşmasına ve yönetimi tekelleri altına almamaları için gösterdikleri mücadele, onların şerlerinden insanları korumak için yapılmıştır. Böylelikle yönetici kesiminin pisliklerinin saraylarında kalarak dışarı taşmaması ve toplumu etkilememesi için gayret göstermişlerdir. Yasama ve yargının bağımsızlığı, yöneticinin yanlışlarını düzeltme, medreseler ve vakıflar kurarak toplumun ıslahına çalışmışlardır.

Bu gayretler, İslam tarihi boyunca kendini göstermiştir ancak, akidede cebriye mantığının yaygınlaşması, siyasetteki cebriyeciliğin fıkıhta donuklaşma şeklindeki yansıması, sonuçlarını bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Sonuçta bu zaaf, Batılıların topraklarımızı kültürel ve askeri olarak istila etmesine yol açmıştır. 

İslami ihya hareketleri her ne kadar mücahidlerin darbeleri altında ümmetin dinamik gücünün bir kısmını yeniden kazanmayı başarabilmişlerse de halklarından soyutlanmış müstebit bir takım yönetimler ve rejimler sayesinde Batılılar hegemonyalarını başka biçimlerde devam ettirmişlerdir. Ayrıca özgürlüğün  derinlemesine tesisine müsaade etmeyen kültürel geri kalmışlık da buna katkı sağlamıştır.

Şura akideyle irtibatlandırılmamıştır, öyle ki fukaha namazı terkdenin Müslüman olup olmadığını tartışırken şura, önemsiz bir mesele addedilmiştir. Şu anki toplumlarda şuranın olmayışının etkisi, namazın etkisinden daha az değildir.

İslami hareket mensuplarının halen partisel çoğulculuk ve demokrasinin İslamileştirilmesi gibi konularda tartışarak, şu ya da bu partinin kapatılması ya da dışlanmasını istiyor olduklarını görmek, öbür taraftan de vatandaşlar arasında ayrımcılığa gidilerek vatandaşların eşit haklara sahip olmalarını tartışmaya açtıklarını seyretmek son derece üzücüdür. Bu tür bir İslam anlayışının toplumlarımızda iç savaşlardan başka şeye yol açmayacağını ve baskının, zulmün ve dışlamanın bu kez İslam adına yapılmış olacağını nasıl görmezden gelirler? 


Dördüncüsü-Yolsuzlukla mücadele: Bütün peygamberler, yaratıcı, emredici, kendisine şirksiz bir şekilde kulluk edilen bir Allah tasavvurunu ifade eden İslam'ın mesajının taşıyıcısı olmuşlardır. Bu mesajın öbür yüzüne baktığımızda, beşer türünün birliğine çağrı vardır. Bütün insanlık, yaratılışta eşittir, ilahi adalette eşittir, Allah'ın onlara verdiği yer altı ve yerüstü zenginliklerinde eşittir. Çünkü o "Yeryüzünü canlılar için yaratmıştır" (10/55) O, [arzı yarattıktan sonra,] üzerine [kuleler gibi] sarsılmaz dağlar yerleştirdi, ona [sayısız] nimetler bağışladı ve oradaki geçim araçlarını onları arayanlar arasında eşit şekilde paylaştırdı: [ve bütün bunları] dört evrede [yarattı].

Adalet, İslami bir düzenin en yüksek amacı ve başlığıdır. Toplumu, müreffeh bir azınlık ve fakir bir çoğunluk şeklinde dizayn eden bir düzen, İslami bir düzen olamaz, böyle bir düzen İslam'a nispet edilemez. "Çözüm, İslam'dadır" ifadesini savunan insanların, fesat ve yolsuzluklara karşı mücadele edenlerin en ön saflarında yer alması, müstazafların haklarını savunması, her vatandaş için onurlu bir yaşamın sağlandığı adil bir toplum için mücadele, sendikal hareketlerle dayanışma içerisinde olmak, küresel kapitalizme, uluslararası yağmaya karşı mücadele eden bütün hareketlerle ittifaklar kurmak zorundadır. 


Beşincisi: Azınlıkların ya da kadın haklarında bir ayrıma gitmeden vatandaşlık haklarının garanti altına alınması. Peygamberin (a.s) kanunlaştırdığı Medine vesikası, çok dinli ve çok ırklı bir siyasi yapıyı kurmuş olup çoğulculuğu kabul eden ilk anayasadır. İster Müslüman isterse gayrı Müslim olsun, ister kadın ister erkek olsun, vatandaşların haklarını eşit olarak kabul eden bir yapının yöneticiliğini üslenmiştir.

Vesika, İslami hareketin üzerinde proje inşa edebileceği, bütün etnik, cinsel, mezhebi ve ideolojik ayrımları aşabileceği bir öncülü temsil edebilir. Çünkü toplumları, söz konusu ayrımlar şeklinde bir tasnife tabi tutmak, falancanın doğum kaydını filancanın ölüm kaydını yapmak, devletin görevlerinden değildir. Tersine devletin görevi, toplumun iradesi nasıl tecelli ediyorsa öyle ifade etmesini sağlamak, herkesin kendi düşüncelerini serbestçe ifade edebildiği ve aralarındaki anlaşmazlıkların barışçıl yollardan çözümlendiği bir ortam yaratmaktır.

Bu ortam, medeni olanla geri kalmış toplumları, keza, birbirinden ayıran bir ortamdır.

İslami hareketin temsilcileri, vatandaşlık esasına dayalı ve kadın erkek, Müslüman gayr-ı Müslim, Sünni Şii, Arap Kürt, İslamcı laik bütün unsurları kapsayan, bir devlet kurma konusunda başarısız olurlarsa bu, onların "Çözüm İslam'dadır" şeklindeki sloganlarında İslam'ı anlama ve tatbik yönündeki algılarıyla ilgili ciddi şüphelerin ortaya çıkmasına yol açacaktır.  


Dünya Bülteni için çeviren: İslam Özkan