Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Birtan Altınbaş'ın bundan 16 yıl önce, 1991'de, katıldığı bir eylemden dolayı Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde gözaltına alındıktan sonra, polis tarafından yapılan işkenceler sonunda öldüğü iddiasıyla açılan dava, geçen hafta sonuçlandı. | |
Gazetelerin verdiği habere göre, bu davada sanık sıfatıyla yargılanan 4 polisin, eski deyimle 'suçu sabit görüldüğünden', haklarında Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nce verilen cezalar, Yargıtay'ca onaylandı. Bu davanın ayrıntılarına girmeye gerek yok. Ancak şu kadarını söyleyeyim: Birtan Altınbaş 1991 yılında ölmüş, ama dava, 1998'de açılabilmiştir;- o da, yakınları 'suç duyurusu'nda bulundukları için! Mahkemenin Yargıtay'ca onaylanan kararına göre, sanık polislerin 8 yıl 10 ay yatmaları gerekmektedir. Ancak, Nisan 1991'de çıkan Terörle Mücadele Yasası uyarınca, bu tarihten önce işlenmiş suçlara verilecek cezaların, sadece beşte bir'inin cezaevinde geçirilmesi söz konusu. Birtan Altınbaş, bu tarihten önce, 5 Ocak 1991'de öldürüldüğü için, sanık polisler, sadece 1 yıl 9 ay yatacaklar cezaevinde... Söylemek bile fazla: Hiç şüphe yok, işkence insanlık dışı bir uygulama;- ama tarihi bir hayli eskilere giden bir uygulama! Talat Asad'ın, Ortaçağ Hıristiyanlığında bedene acı verici uygulamalar üzerine, 'Economy and Society' dergisinde yayımlanan makalesine göre, hakikatin öğrenilebilmesi için işkenceyi hukuksal bir pratik olarak legal sistemin içine alıp kurumsallaştıran Roma Hukuku olmuştur. Asad'ın Esmein'den aktardığına bakılırsa, Roma'da önceleri, işkence sadece kölelere uygulanırken, İmparatorluk döneminde 'vatana ihanet'le suçlanan yurttaşlara (özgür Romalılara) da uygulanmaya başlanmıştır. İşkencenin, daha önce de, pagan dinlerinde dinsel bağlamda uygulandığını biliyoruz; ama sanık ya da sanıklardan doğruyu söylemelerini sağlamanın yasal yollarından biri olarak, ilk defa Roma Hukuku'nca meşrulaştırılmış olduğunu da belirtmek gerekiyor. Talat Asad, işkencenin, 12. Yüzyıl'ın başlarından itibaren Ortaçağ Hıristiyan Avrupa hukukunda da yer bulduğunu; 14. Yüzyıl'da yaygın bir göreneğe dönüştüğünü bildiriyor. İşkencenin, sanığın hakikati söylemesi için uygulanan bir sorgulama pratiği ('quaestio') oluşu kadar, bir cezalandırma pratiği olarak da, İktidar'la ilişkili olduğunu Foucault'dan öğreniyoruz. Foucault'nun o çok bilinen 'Surveiller et Punir' ('Gözetleme ve Cezalandırma') adlı çalışması, 1757 yılında Fransa kıralı XV. Louis'ye karşı başarısız bir suikast girişiminde bulunan Damiens adında birine verilen cezanın infazı sahnesiyle başlar. Foucault'nun Damiens'e uygulanan işkenceyi en ince ayrıntılarına kadar ürpertici, dahası dehşet verici bir biçimde anlattığı bu sahne şöyledir: Damiens'in göğüs, kol ve bacaklarındaki et parçaları kızgın bir kerpetenle teker teker koparılır. Majestelerinin yaşamına kastettiği eli, kükürtle yakılır. Daha sonra da vücudu (geriye ne kaldıysa!) dört ata bağlanarak dört parçaya ayrılır ve yakılarak kül edilir. Foucault üzerine kuşatıcı bir çalışma yapmış olan J.G. Merquior, bunları aktardıktan sonra, Damiens'e uygulanan bu işkencenin 'dini bütün Paris halkının gözleri önünde' cereyan ettiğini de özenle vurguluyor. Bedene yönelik işkencenin sırasıyla dinsel, hukuksal ve siyasal bağlamda sorgulama ve cezalandırma pratiği olarak dönüşümü Avrupa'da 1830'larda tamamlanır. Merquior, 'geçmişteki yoğun işkence[nin] 1830'lara gelindiğinde, yerini biçimsel kurallara düşkün ince yönetmeliklere bırak[tığını] belirtir ve bu değişik[liğin] fiziksel işkencenin kaybolmasında kendini göster[diğini]' bildirir. Artık işkence, Foucault'ya göre, cezaevlerine konulanların 'günlük yaşamına ilişkin kılı kırk yaran yönetmelik'te gizlidir. Modern cezaevleri, (Merquior'un deyişiyle) 'ne zaman gözetlendiklerini bilemeyen mahpuslar[ın] her zaman izleniyormuş gibi davranmak zorunda kal[dıkları]' aydınlık yapılardır. Gizli ve karanlık zindanlar sahneden çekilmiş, yerini aydınlık ve gözetlenebilir hücrelere bırakmıştır. 'Mahpus Toplum'dur artık söz konusu olan... |