İranlılar'ın zamanı

 I- Gecikmeler nedeniyle tasarlanan bir faaliyet plana uygun bir şekilde gerçekleşmeyecek sanırsınız. Yine de telaşa düşülmez; öylesine yavaş, sakin ve geniş bir rahatlık içinde akmaktadır gün.  İnsan zamanla yarışmaz, yarışmamalı. Zaman işte şu su gibi akıp geliyordur, akıp gidecektir. Zamanı kendi haline bırakmak demek de değildir bu felsefenin nedeni. Kervan yolda düzülüyordur işte, telaşa, koşuşturmaya  gerek duyulmadan. Yine de disiplin diye bir şey olmalı; mesela bir öğrenci belli bir saatte yatağa girebilmeli. Gelgelelim, bazen gecenin yarısında tencerelerle tavalarla akşam yemeğini bir parkta yemek üzere yollara düşüyor insanlar; okullu çocukları da yanlarında. Çocukların elinde ders kitapları oluyor ya da olmuyor. Uykusu gelen, gece pikniği için kurulan çadıra çekilebilir.

Perşembe ikindilerinde kalabalıklaşıyor parklar; ertesi gün tatil, Cuma. Kimi aileler küçük çadırlarla su kanallarının kenarına yerleşiyorlar. Semaverler kuruluyor, pilav tencereleri ateşe sürülüyor.  Çimlerin üzerinden yuvarlanıyor bebekler, yeni yetmeler patenleriyle dört dönüyor beton yollarda, genç kızlar bir dört yol ağzında hava tenisi oynuyorlar. Kurulacak sofra için bir iş bölümü yapılmış olmalı. Kimisi meyve getiriyor, kimisi tatlı. Kebap şişlerini bir diğeri hazırlıyor. Yürüyüş sırasında yanlarından geçerken aralarına karışmak istiyorsunuz; oturuşları gibi sohbetlerinde de insanı katılmaya çağıran bir canlılık var; aynı zamanda bir genişlik, rahatlık… Piknik, geniş ailenin paylaşımıyla işte böyle zengin sohbetler sunuyor, dışarıdan bakan kişiye. İçine girildiğinde ise konuşmalar, bir zaman sonra dışarıdan bakıştaki cazibesini yitirip, birbirini tekrarlayan cümlelere odaklanabilir.

II- Ülkelerinden göç eden İranlıların Batı'da gitmeyi yeğledikleri ülkelerden başta gelenler arasında yer alır, Kanada. Geniş İranlı nüfusa karşılık, bu ülkeye yeni giden İranlılar, kolay uyum gösteremiyorlar. Varlıklı bir aileden gelen ve oğlunun tahsili için Kanada'ya göç eden Ali'nin yaşadıkları şöyle özetlenebilir: Ömrünün geri kalanını Kanada'da geçireceği inancıyla bütün malını mülkünü satarak ailesiyle birlikte Kanada'ya göçtü, ama bir yıl bile geçmedi, üniversitede okuyan oğlunu Ottowa'da bırakarak, ailenin öteki mensuplarıyla birlikte geri döndü. Elinde kalan parayla iyi kötü bir daire aldı kendine. Emekli maaşı var. Ömrünün geri kalanını bu küçük dairede geçirmeyi düşünüyor. Kanada'ya gitmek için onca çaba göstermişken geri dönmesinin nedenlerini ise şöyle anlatıyor: "Orada sıkıntı hastalığına yakalandım. Hiç heyecan, hareket yok. Her şey rutin, alabildiğine kurallı. İnsanlar kurallara uyma konusunda çok titiz. Senden de bu titizliği bekliyorlar. Sokakta ya da işte ihmalkar davrandığında medeni olmamakla suçlanıyorsun."

III-Ali'yi 80'li yılların ortalarında Eminönü'nde bir otobüs durağının önünde görmüştüm, otobüs bileti satıyordu. Eşimin teknik üniversiteden arkadaşıydı, bizi görünce gizlenmeye çalıştı, ama gecikmişti. Bir yere oturup konuştuk. Parasızdı. Geri dönmek zorundaydı. Bir türlü beklediği af çıkmıyordu,  mühendis olamayacaktı.

Karaj şehrinin civarındaki bağlarda, küçük bir mağazada karşılaştık yıllar sonra: Babasının kumaş dükkanında çalışıyordu şimdi. Evlenmişti. Çocukları olmuştu. Babası epeyce yaşlanmıştı. Dükkanla o ilgileniyordu. Saçlarına ak düşmüştü, ama otobüs durağında gördüğüm kadar yaşlı durmuyordu. Yemeğe kalmamız için ısrar etti. Dükkanın iç tarafındaki dar ahşap merdivenlerden yukarı çıkarak, sıcak havaya rağmen serinlik duyurtan bir sofaya girdik. Küçük, ama sade döşenmiş odalardan birine aldı bizi, eşi Hatice. Duvara bitişik alçıdan rafın (takçenin) üzerindeki aile fotoğraflarını incelerken ben, Hatice çaylarla çıkıp geldi. Evin küçük oğlu şehit düşmüş yıllar önce, Iraklı'larla savaşırken. Şehit düştüğü tarihe kadar ömrünün her çağını anlatan fotoğraflarıyla sanki hâlâ aralarında yaşıyor.

Ali, kardeşi şehit düştüğü için; evin tek oğlu olarak askere alınmamış. Yıllardır aşağı kattaki mağazayla yukarı kattaki ev arasında bir hayat sürdürüyor. İTÜ'den  atıldığı dönemde o denli yorulmuş ki bünyesi, bu tekdüze hayattan şikayetçi değil. Tabii çocuklar büyüyor, daha da büyüyecekler ve ihtiyaçları çoğalacak. İş hayatında da küçük değişiklikler olmuyor değil. Bazen kumaş fiyatları değişiyor, veya bu sene pek tutulan bir kumaş, bir sonraki sene ilgi görmeyebiliyor. Fakat satışlarda durgunluk yaşanmıyor hiç. İnsanlar hayat pahalılığından yakınsalar da kumaş almaktan vazgeçmiyorlar.

Saçları beyazlaşmış Ali'nin; yine de hayatında sükunet duyduğu bir mevsime eriştiği, yıllarca da bu şekilde yaşayabileceği hissini uyandırıyor insanda.

Hayat pek değişmesin bu evde, bunu herkes istiyor mu peki? Yukarı katın darlığı Hatice'yi zorluyor olabilir. Odalardan biri, günün büyük kısmını yatarak ve radyo dinleyerek geçiren kayınpederine ayrılmış. Mutfakta adım atacak yer yok neredeyse. Daha büyük bir eve çıkmak isteyebilir; çocuklar ilkokulu bitirdiğinde.

Büyük hırslar, hedefler yok görünürde; takçede (rafta) bir şehit resmi var çünkü.

Dükkan saat dörde kadar kapalı. Bu süre içinde müşteri uğramayacaktır. Dörde, hatta altıya kadar rahatça sürdürebiliriz sohbeti. Müşteri kapıyı vurduğunda, duyulacaktır yukarıda.

Zamanı ağırlaştıran, genişleten, hayata bakışındır. Evin sahibi kumaş satıyor, fakat pencerelerde İstanbul'daki evin perdeleri asılı hala.

Tekdüzelik veya düzenli olarak yapılan değişiklikler, zamanın daha çabuk geçirilmesinde etkili olurlar mı? Thomas Mann'a göre, tartışmaya açıktır bu. Zamanı geçirme, her durumda onun boşa akmasıdır. Modern anlamda iş ya da etkinlik sayılmayan bir nedenle, mesela akan suyu izleyerek geçmişe dalmak hatta geleceğe, kişinin zamanının boşu boşuna geçtiğini mi düşündürtmeli ille de... Mann bize hatırlatır: Avrupalıların doğal olan zaman hesabına ilişkin uyanıklığının bilinmediği çağların insanıdır, sabırlı Yakup. Onun yaşadığı iklimde zaman ve yaşam, öylece ortalığa bırakılıvermiş gibidir. İnsanın yaşının kaç olduğuna ilişkin soru neredeyse on yıllık zaman dilimleriyle bir karşılık bulabilir. "Belki kırk, veya yetmiş." Yakup da kaç yaşında olduğunun o kadar ayırtında değildir. Sevdiği kız Rahel'in babası olan dayısı Laban'a, 7'şer yıllık periyotlarla senelerce hizmet verirken, bu hizmetin ağırlığını kaldırabilmek için de yılların 5'li, 10'lu akışının hesabından kaçınır olmuştur. (Yusuf ve Kardeşleri, Tercüme: Zeki Cemil Arda, I. C. Sf. 258, 394, Hece Yayınları; 2006.)

Zaman'a böylesine bir yaklaşım, gençliğin, güzelliğin solup gitmesine karşı bir dayanıklılık da sağlıyor olabilir kişiye. Yılların hesabını başka türlü bir mantıkla tutmayı öğrenmek gerek. Ten canlılığını yitirirken, kazanılan hayat tecrübesinin renkleriyle derinleşiyordur bakışlar. O nedenle de İranlılar, bir iltifat karşısında, 'Güzel bakışınızdır size bunu söyleten", derler. 

IV- "Taruf" kelimesinin Türkçe'deki karşılığı, karşındaki kişiye göstermelik de olsa esirgememen gereken nezaket sözleri ve nazik davranışlar olabilir. İlgini sunarsın komşuna, onu önemsediğini belli edersin, tekliflerde bulunursun, bir sokak arasında ya da merdivenlerde karşılaştığında. Fakat iki üç nazik cümleye bakarak komşunun seni sahiden de yemeğe davet ettiğine emin olmamalısın. Şöför ya da mağazadaki tezgahtar da hemen almak istemeyecektir uzattığın parayı. "Kalsın. Konuğum olun bu defa." Bu sadece bir mizansen; yani taruf. Karşındaki kişi ne kadar ısrar etse de ücreti ödemen gerekiyor, bu mizansene göre.

Zorunlu olarak gidilen bir düğünde, bir yemekte dakikalar yavaşlayarak akıyor, bunun nedeni de ayrıntılarla sürdürülen taruflu merasim. Yapılması tasarlanan gecikerek de olsa usulüne uygun olarak adım adım gerçekleşmeli. Acelen olsa dahi asansörün kapısının önünde, ötekinin girişini beklemelisin.

Postmodern dönemlere özgü öteki'nin içyüzü konusundaki  gerilimlere kaynaklık eden üstünkörü bakış, İranlılar'ın gündelik hayatının akışında, ilişkilerdeki mesafeye kendine saygıyı da katan "siz önden buyurun" ya da "önce siz, lütfen" gibi cümlelerle esniyor, yumuşuyor. Bazen zamanın hesabını yapmaya alışkın yüreklerde bir daralma olabilir, taruf ve protokol yüzünden. Çare yok, yerli yerinde yaşanmalı her merasim; düğünün de matemin de icapları var.  Zamanla yarışmak nafile, onu israf etmemeyi öğrenmek gerek...