İran'ın kanatları, Türkiye'nin umutları...

Öncelikle bu makale, iki taraf arasındaki büyük uçurum göz önünde bulundurularak ele alınmış, konu, siyasi ölçülerden daha çok entelektüel ölçülerle değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bununla birlikte karşılaştırmalı sonuçta her iki meselenin de –daha tehlikeli ve daha yakın- tek bir tarafta toplanması söz konusudur.

Makalenin başlığında sorulan soru, aslında, Arap dünyasındaki mevcut durum – özellikle de Arap baharını yaşayan ülkelerdeki gelişmeler - ile ilgili umutsuzluğu ortaya koyuyor. Bazı siyasiler, Arap âlemindeki ekonomik çöküşü, devrimlerin en büyük sebebi olarak nitelendiriyor. Bu görüşe katılmakla beraber, devrimlerin ana çıkış noktalarının Arap dünyasındaki kaos ortamını yaratan siyasi baskının ve güvenlik krizinin olduğunu söylemek veya bu sebepleri göz ardı etmemek daha doğru olacaktır. Ekonomik çöküş, devrim ateşini tetikleyen bir kıvılcımdı ama siyasi kaos ve marjinalleşme devrimin temel yakıtlarıydı. Sonrasında ortaya çıkanlar ise daha yıkıcı ve daha şiddetli oldu. Suriye sahnesinde bugün yaşanan durum Arap dünyasının bir sonraki aşamada karşılaşacakları için örnek model teşkil ediyor. İşte bu nedenle oluşan yeni bakış açıları da, yukarıdaki sorunun yeniden sorulmasına yol açıyor.    

Körfez Ülkeleri İş Birliği Konseyi Genel Sekreterliği’nin düzenlediği “Körfez Ülkeleri ve Arap Dünyasındaki Yeni Siyasi Güçler” başlıklı konferansta, dikkati çeken oturumlardan biri de “Yükselen İslami Hareketlerin Gölgesi Altında Körfez Ülkelerinin Bölgesel İlişkilerinin Geleceği” paneliydi. Çünkü panelin başlığından da anlaşılacağı üzere, konuşmalarda şu an Arap dünyasında ağırlığı olan İslami hareketlere ve Arap baharını yaşayan ülkelere (Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Mağrip ülkeleri) karşı bir tahrik vardı.  Toplantının bu oturumunda devrimci ülkeler ile bölgesel ve uluslar arası ilişkilerin geleceği hakkında sözler sarf edilirken ortaya birden “en tehlikeli” ve “en yakın” ülke kavramları atıldı. Burada öne çıkan ise, İran korkusuydu. Çünkü körfez ülkelerini ilgilendiren en önemli olgu, -İran ile yeni İslamcı- İhvancı Arap siyasi liderlerin ortak paydada bir araya gelmesini yüzeysel bir bakış açısıyla değerlendiren bir takım analist ve siyasilere göre- Arap baharından etkilenen ülkelerin yeni liderleri olan İhvan’ın kendilerini destekleyen İran ile aralarındaki köklü liberal ilişkileriydi. 

Hiç şüphesiz, İran’ın bölgeye uzanan kanatları, İslam âleminin kalbi için tehdit ve tehlike arz ediyor. Bu tehdit öncelikle dini ölçüde Suudi Arabistan’ı, coğrafi ölçüde başta körfez ülkeleri olmak ve halkının şiileşmesini açık bir dille reddeden ve kendi dini kurumlarını öne çıkaran Mısır’ı kuşatıyor. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken şey, İran’ın açık ve net tek bir tehlikesinin olduğu gerçeği. O da kendiliğinden gelen Şiilik hissi... Bu dini rekabet ise, aslından halkın bir yansıması. Şii İran veya Farisi İran veya tüm Şii tarafıyla İran sadece dini bir tehlike.  Bunun karşılığında ise, Türkiye tarafından yükselen gizli bir tehdit var. Adalet ve Kalkınma Partisi ile birlikte Türkiye’nin elde ettiği yeni görünüm, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi yolsuzluklardan, ekonomik çöküşten ve baskıcı siyasetten çıkarıp oldukça modern bir seviyeye yükseltmeleri, aynı zamanda İslam’ın hoşgörüsü ile modern vizyonun derinliğini bir araya getirip yepyeni bir yüz oluşturmaları çok önemli değişimleri de beraberinde getirdi. Bunun yanı sıra, Avrupa Birliği’ne katılma çabaları içinde olan bir ülkeden, tarihi şerefini yeniden elde etme hırsıyla dolu yepyeni bağımsız ülkeye dönüşmesine yol açtı.      

İşte tam burada tehlikenin boyutları ortaya çıkıyor! Çünkü Türkiye, bu şekliyle her seviyeye en yakın olan ülke olarak karşımızda duruyor. Toplumsal tabanda Sünni olan Türkiye, tüm gücü ve özgürlüğüyle İslam’ın etrafında şekillenen sorunları çözmek için hamlelerde bulunuyor. Öte yandan, siyasi düzlemde İslami temelli siyasetçilerinin ülke politikasında gösterdikleri başarılar, ülkenin örnek model olarak gösterilmesine sebep oluyor. Çünkü ülke şu an, ekonomisi, bağımsız siyaseti ve yaşam düzeyi esas alındığında demokratik ve gelişmiş ülkeler yerini almış durumda. Tarihi düzlemde ise Türkiye, asırlar boyunca batı Hıristiyanlığının karşısında İslami duruşuyla boy gösteren Osmanlı hilafetinin topraklarında doğan bir ülke. Tüm bu özelliklerinden dolayı, Arap dünyası Türkiye’yi dikkatle izliyor ancak gizli tehlikeleri fark edemiyor!

Türkiye’nin bu avantajlarının Ortadoğu’ya katkıları üzerinde ittifak edilebilir veya bu konuda ayrılıklar yaşanabilir. Problem noktasını oluşturan şey, bizatihi Türkiye tecrübesi değil zaten. Temel sorun Türk modeli üzerinde düşündüren anlayışı bölgede uygulanmaya çalışırken yanlış virajlardan dönülmesi. Çünkü Türkiye’nin siyasi, tarihi ve ekonomik tecrübesinin iki yönde gizli tehlike yaratması söz konusu. İlki, Batı’nın ve Amerika’nın bu yükselişe olan desteği ve bunu Ortadoğu’ya sirküle etmek istemesi ki bu tehlikenin temelini oluşturuyor. Çünkü hepimizin bildiği tek bir şey var, o da Batı’nın kendi stratejik çıkarları dışında hiçbir yapının Ortadoğu’ya uygulanmasını istemeyecek olması... İkincisi ise Adalet ve Kalkınma Partisi modelinin Arap siyasetinde particilik anlayışına zemin oluşturma tehlikesi. Çünkü bu tecrübeden yola çıkılarak ele alınan particilik anlayışı, kendi bağlamı dışında farklı yollara uzanabilir ve Arap dünyasında ulusal çıkarların önüne geçerek sadece parti çıkarlarını önceleyebilir. Adalet ve Kalkınma partisi, başarılarıyla önce yerel düzeyde yüksek bir sıçrama gerçekleştirdi daha sonra kasıtlı ve planlı olmasa da bu tecrübesini Arap siyasetinde yeni yeni boy gösteren oluşumlara aktarmayı başardı. Devrimlerin öncesinde aslında Ortadoğu’nun önünde duran başarılı bir Malezya modeli de vardı ancak buna hiç kimse dikkat etmemişti. Merak konusu olan, Türkiye’nin Araplar için neden bu kadar önemli öneminin ne olduğu!

Burada anlatılmak istenen kesinlikle Türkiye tecrübesinin Arap dünyası için bizatihi tehlike oluşturduğu değil. Hangi Müslüman Arap dünyasında yaşanan sorunlara çözüm olabilecek faktörlere engel olmaya cesaret edebilir ki? Veya kim bu çözümleri bölgeden uzak tutmak isteyebilir? Burada çözümün kendisi değil, çözüm anlayışının yüzeysel, aceleci ve varsayımlar üzerinde ele alınma istenmesi tehlike oluşturuyor. Özellikle de devrimi yaşayan ülkelerde filizlenmeye başlayan ve Müslüman Kardeşler kökenli yeni siyasetçilerin Türkiye modelini halkına sevdirme amacıyla partizan ilişkiler kurmaya çalışması tehlikenin gelecekteki boyutlarını gün yüzüne çıkarıyor. Çünkü Arap Birliği'nin son dönemlerde Ortadoğu’da yaşanan krizlere karşı çözümsüz kalması nedeniyle yeteneksizliğin ispatlaması bölgesel ve stratejik ilişkilerin parti temelinde ele alınmasına yol açıyor. Bu da ılımlı İslam anlayışından faydalanan İslami güçlerin partizan anlayışa doğru kaydığı ve bütüncüllükten uzaklaştığı gerçeğini doğuruyor ki bu da gelecekteki çatışmalara yuva oluyor.

Burada Arap kamuoyunun siyasi görüşünün bölgedeki yeni siyasi yapılara karşı düşmanca tavırlara dönüştürmek de hedeflenmiyor. Dikkat çekilen nokta, Arapların stratejik ve siyasi bağlarının etkilendiği alternatif unsurların eksilerini belirlemenin gerekli olduğu. Bu eksiler, İslam dünyasının asli Arap değerlerinin kaybolmaya başlaması ve siyasal İslam sahnesinde özel ilişkilerin ve vizyonların ön plana çıkıp particiliğin gerçek değerlerin önüne geçmesiyle sorunların odak noktasını oluşturuyor.

Hiç şüphesiz İran, tüm karanlık tarafıyla Ortadoğu için temel tehdit oluşturmaya devam edecek. Bu konuda İran’ın stratejik ve teknolojik tehlikelerinin boyutunu ve gücünü azaltmak mümkün değil. Aynı şekilde İran tehlikesini basitleştirmek demek siyasi ve sosyal bilinci zayıflatmak ve ona karşı tetikte olmayı hafifletmek anlamına gelir. Ancak, (kıyaslama kastı olmadan), Türkiye’nin umutlarını ve hırsını ve yukarıda anlatılan özelliklerini göz önünde bulundurmak, Türkiye tecrübesine karşı oluşacak sistematik bilincin önemini vurgulamak için önemli.

Türkiye birçok yönden dost bir ülke. Öncelikle Sünni bir devlet. Daha sonra ekonomik derinliği stratejik ortaklıkların kurulması açısından çok önemli. Buna ek olarak jeopolitik olarak Asya ve Avrupa’yı bağladığı için Türk- Avrupa ilişkileri noktasında bir avantaja sahip. Ama bu avantaj, Türklerin Arap kimliğine karşı küstah bir tavır takınmasında her zaman etkin olacak. Keşke son iki asra dönüp baktığımızda Osmanlının Arap dünyasındaki idaresine ve Arapların dışlanma yüzünden muzdarip oldukları durumları, Türklerin aşağılayıcı tavırlarını ve Arapların İslam’ın özünü oluşturduklarını ve İslam mesajının elçileri olduklarını göz ardı ettiklerini yeniden okusak ve kritik etsek. Çünkü belki de Türkiye, Osmanlının ihtişamını yeniden elde etme bağlamında ulusalcı- Turancı bir Türk imparatorluğu kurma hevesini taşıyor. Bu nedenle Arap dünyasının geçtiği bu yeni süreçte ihtiyacımız olan şey, modern Arap- Körfez ülkeleri ilişkilerini yeniden düşünmek ve siyasi bilinci kazanmak. Belki de bu şekilde ulusal çıkarlarımızı ve toplumsal yükselişimizin yolunu çizebiliriz.

Bu makale Dünya Bülteni için Tuba Yıldız tarafından Şarkul Avsat'tan tercüme edilmiştir