Hafta sonunu Holling Center adlı kuruluşun organize ettiği, Türk-Amerikan ilişkileri konulu ‘beyin fırtınası’ ile geçirdim. Katılımcılar, Türkiye’den ve ABD’den birbirinden yetkin ve donanımlı akademisyenler, düşünce kuruluşu yöneticileri, diplomatlar ve gazetecilerdi. Genel hatlarıyla birlikte Türk-Amerikan ilişkileri İsrail, Irak, İran, Suriye bağlamında tek tek detaylıca ele alındı. Gerçekten ufuk açıcıydı. 4 bin karekterle bütün konuşulanları anlatmak zor. Bu yüzden, bugün en güncel ve en sorunlu başlık olan İran konusundaki izlenimlerimi ve tespitlerimi aktaracağım.
Kesin olan şu: ABD, Türkiye ile ilişkilerinin gidişatından ve Türkiye’nin (İsrail dahil) Ortadoğu’nun genelindeki faaliyetlerinden pek de rahatsız değil. Türkiye’nin Arap dünyasında attığı adımlarla, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kolaylaştırıcılık, arabuluculuk gibi etkinliklerini yararlı görüyorlar. Diğer taraftan Washington yönetiminde, Türk-Amerikan ilişkilerinin ekonomik alanda hakettiği boyutlarda olmadığı kanaati yaygın. Amerikalılar açısından şu günlerde ciddi boyutlarda ‘sorun yaratma potansiyeli olan’ tek bir başlık var. O da İRAN. Daha doğrusu, ABD’nin, nükleer programını bahane edip İran’a karşı aldırmaya çalıştığı yaptırım kararına karşı Türkiye’nin tutumu.
Yaptırım kararının görüşüleceği BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı olan daimi üyeler ABD, Rusya, Çin, Fransa, ve İngiltere’nin yanında veto hakkı bulunmayan geçici üyeler Avusturya, Bosna Hersek, Brezilya, Gabon, Japonya, Meksika, Nijerya, Lübnan, Türkiye ve Uganda var. Beş daimi üyeden biri veto ederse Güvenlik Konseyi zaten karar alamıyor. Varsayalım, veto sorunu ortadan kalktı. Karar için toplam 9 ‘evet’ oyu gerektiğinden 4 geçici üyenin daha ‘evet’ demesi gerekiyor. Bu yüzden ‘evet’ oyları kadar, ‘evet’ dışındaki tercihler de önem taşıyor ve ABD yönetimi ‘kaybedilmiş bir evet’ olarak gördüğü her ‘çekimser’ oyu ‘hayır’ olarak görüyor. Bir Amerikalı diplomat, “Güvenlik Konseyi’ndeki çekimser oy ile Parlamentolardaki çekimser oy aynı anlama gelmiyor” diyerek her bir ‘evet’ oyunun hayati önemine dikkat çekiyor.
Konseydeki somut duruma dönecek olursak, Türkiye ve Brezilya tavrı malum. Meksika, Bosna Hersek ve Lübnan gibi ülkeler de bu iki ülkenin peşine takılma potansiyeline sahip. Geriye Avusturya, Japonya, Gabon ve Nijerya gibi ülkeler kalıyor. Bu grupta da Avusturya dışında kimsenin ‘evet’ oyu garanti değil. ABD’ye göre, BMGK geçici üyelerinin tavrından kaynaklanan bu ‘bıçak sırtı’ durum, Türkiye’yi ‘anahtar’ konuma getiriyor. Washington yönetimi bu yüzden Türkiye’nin İran ile aracılık çabalarına ‘şimdilik’ göz yumuyor, hatta birlikte çalışıyor ama sürecin sonunda Türkiye’nin de ABD safında yer almasını istiyor.
ABD’nin buradaki en büyük çıkmazı, Ortadoğu’da çok kritik konularda işbirliği içinde olduğu Türkiye’nin İran yüzünden Ortadoğu ülkelerinin tepkisi ile kendi baskısı arasında sıkışmasına neden olmak. İşte bu yüzden Amerikan yönetimi İran konusunda en çok Türkiye’nin kapısını çalıyor. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton son 14 ayda Davutoğlu ile tam 15 kez görüşmüş. ABD Başkanı Obama ise Başbakan Tayyip Erdoğan ile 13 ayda en az 5 kez bir araya gelmiş. Amerikan yönetimi açısından liderlerle görüşme konusunda bu rakamlara ulaşmış ikinci bir ülke yok. Bütün bu trafiğin tek hedefi, Türkiye’nin İran konusundaki pozisyonunu değiştirmek. Çünkü, Washington’ın ısrarla sorduğu, ancak Ankara’nın ‘şimdilik’ net bir yanıt veremediği üç soru var:
* İran’ın nükleer silah istemediğine yüzde 100 inanıyor musunuz?
* İran kararı geciktirme için her yola başvururken, Türkiye’nin ‘artık diplomatik süreç işlemiyor’
diyeceği nokta nedir?
* Türkiye, karar tasarısı Güvenlik Konseyi’ne geldiğinde ne yönde oy kullanacak?
Ankara’da İran’ın sadece barışçıl amaçlarla nükleer program yürüttüğü inancı yüksek olmakla birlikte, ‘silah elde etmese de düğmeye bastığında üç ayda elde edebilecek bir aşamaya gelebilir’ diyenler var. ‘Diplomasi nereye kadar’ sorusunun ise buralarda ‘tatmin edici’ net bir yanıtı yok. Türkiye’nin Oyun rengine gelince, tamamen ABD’nin ortaya koyacağı delillerin sağlamlığına bağlı...
Kaynak: Radikal