'İran kedileri' kimin umurunda?

Belgesel ya da yarı belgesel türü filmlerde gerçek oyuncuları gerçek hayatları içinde yansitan bir örnek izlediğimde aklıma yıllar önce Amsterdam’da bir atölye çalışmasında izlediğim, Tahran’da bir kadın sığınma evini gösteren belgesel geliyor. Ekrandaki genç kadın hayat hikayesini bütün acı ayrıntılarıyla sunucuya aktarıyor. Henüz çok genç, mahrem dünyasını anlatmasının nelere mal olacağının farkında değil, belgesel yapımcıları da bu konuda hiç özenli görünmüyorlar. Alıp başını giden bir “açma” faaliyeti var zaten; kim daha fazla acı çekti, hangisi yaşanan dehşeti daha gerçekçi bir şekilde sunuyor... Belgeselin kadın meseleleri üzerine kitapları olan akademisyen yapımcısı, filminin seyreden yüzlerdeki etkisini izlerken doğru bir çalışma yaptığından kuşku duymuyor; yaşanmış bütün bu acılar akıllı, duyarlı, sorumluluk sahibi bilimadamları ve aktivistlere ulaştırıldığı ölçüde dinecek günün birinde... Ekrandaki genç kadın benzeri bir kaderi paylaştığı hemcinslerinin kurtarılış sürecine bir yerde mutlaka dahil olacak...

Öyle mi acaba? Kendi hayatının başlıca tanığı kadınlar ya da çocuklar, bazen işçiler, “acı” gerçeklerini sakınmadan dünyayla paylaştıktan sonra nerelere kayboluyorlar? Dahası, kaybolmayı dilemiyorlar mı... Hele ki bir ifşayla etrafındaki yozlaşmayı, çürümeyi kamuya bildiren kadın kahraman, hayatının sonraki dönemlerinde kurtarılmış bir bölgeye intikal etme şansına sahip olabiliyor mu, tabii bunu yapmayı istemeye devam ediyorsa...

Bu tarz kırkyama belgesele karşı kurgu, gerçeğin onu paylaşan insanları incitmemesi açısından, hatta bu nedenle gerçeğin de incinmemesi mümkün olacağından bana daha incelikli ve cesur geliyor. Fakat “belgesel hırsı” diye de bir şey var; yakalanan farklı, çarpıcı anın büyüsü, içindeki insanları nesneye dönüştürmeyi umursamamaya yol açan bir etkiye sahip oluyor. Savunma ise, gerçeğin bütün riskleri göze almak suretiyle zaptı ve sunumu şeklinde oluşuyor. En azından yukarıda sözünü ettiğim akademisyenin hazırladığı belgeselde başvurduğu yöntem, baskı gören, acı çeken bir kadına bir davanın gözüpek militanı olma şartlarını dışarıdan yüklüyor. Bir belgesel yapımcısının bu şekilde bir rol yüklemeye hakkı olabilir mi... 

Bu konuda sıklıkla bir tartışmanın içine düşüyorum, Behmen Ghobadi üzerinden. Ghobadi, İran sinemasının filmlerinde gerçek kişileri oynatmayı tercih eden yönetmenlerinden.  Dikkat çekici ilk filmi “Sarhoş Atlar Zamanı”nda olsun, sansasyonel filmi “Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok” isimli filminde olsun, gerçek insanları kendi bağlamları içinde, kendi ad ve sanlarıyla, mekânlarıyla filme yerleştirirken ince eleyip sıkı dokuduğu izlenimi edinmiyoruz.

İlk filmde erkeklerin çoğunun mazot kaçakçılığı yaptığı bir Kürt köyünde yaşayan engelli yeni yetme genci Arnold Schwarzenegger posteri karşısına yerleştirirken dahice bir mizansenin keşfi fikrine sahip miydi bilmiyorum Ghobadi, ancak o sahne her hatırladığımda bana çok acımasız geliyor.

Film yapımcıları gerçek insanları oldukları halleriyle sinemada veya belgesel filmde yansıtmak için her ne kadar onlarla yakın bir ilişki kursalar bile, kameralarıyla kayıt altına aldıkları mekânları terkettikten sonra geride bıraktıkları insanların eskisi gibi bir hayat sürdürdükleri gibi bir yanılgı içinde oluyorlar. Kameraların terkinden sonra o hayatlar hiç bir zaman aynı kalmıyor oysa; özellikle, herkese açılmanın yol açtığı bir zayıflamadan bile sözedilebilir. 

“Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok” isimli filminde, Tahran’da kaçak olarak rock, rap ve metal gibi Batı müzikleri yapan gençlerin müzik serüvenleri üzerinden İran’da yaşayan gençliğin macerasını beyaz perdeye taşıyor Ghobadi; bir bakıma. 

İzbeler, bodrum katları ve ahırlar... Rap ya da rock müzikle ilgilenen herhangi bir müzisyenin İran’da -ille de filmde vurgulandığı gibi  ahır misali mekanlarda çalışması şart olmasa da- birtakım güçlükler yaşadığını biliyorum. Müzik çalışmalarının kaliteli ve nitelikli olana doğru bir yönelim açısından desteklenmediğini de... Beni bu filmde asıl ilgilendiren, genç müzisyenlerin çok da farkında olmadıkları bir çekimle ifşa olmalarının ardından ülkelerinde içine düştükleri/düşmeleri muhtemel zor durum.

Yönetmenin filmine dikkat çekmek isterken seçtiği platolar, Tahran’ın underground adresleri olarak görülebilir bir taraftan, diğer taraftan ise filminin kurgusu açısından dehşet uyandırması, şaşırtması, şok etkisi uyandırması için seçilmiş mekânlardır. “Gizli saklı kapılar ardında baskının yoğunluğu”na yönelen kameranın neyi kaydettiği elbette ki merak konusudur. Ama bakalım o kamera özellikle hangi açıyı seçerek yöneldi “alternatif mekânlar”a...

Aliya “Özgürlüğe Kaçışım”da, tarihçinin tek yönlü yazım tarzı karşısında roman yazarının anlattıklarının bize geçmişin sahnelerini bambaşka açılardan görme fırsatı sunduğunu belirtiyordu. Dolayısıyla, “Kim doğru kaydediyor?” sorusu, özellikle en doğrudan ve etkili kaydetme aracı söz konusu olduğunda daha bir önem kazanıyor. Bunu, filmde yer alan gerçek kişiler olarak genç müzisyenlerin daha sonra yaşadıkları sıkıntılar açısından da dile getiriyorum. Ghobadi bu alanda bütün tecrübesine karşılık, sinemadaki hedefleri uğruna gençlerin güvenliğini tehlikeye atmaktan kaçınmıyor. Onun çarpıcı sahnesi, şahane buluşu, müzisyen bir genci vatanını terketmeye zorlayabilir. Mekânlarının bu açıdan bir ölçüde  mizansene dayalı olduğunu düşünmemek için bir sebebimiz yok.

Ghobadi belgesel yapmıyor tabii, “...İran Kedileri...” de bir yanıyla kurgusal;  içinde uydurma karakterler var. Ama bir tür belgeselden yararlanılmış sinema bu; “yaratıcı belgesel” deniyor.  İçinde gerçek olmayan bir şey olduğunda da belgeselliğini yitiriyor. Fakat gerçeği aktaran sahnelerle de, işte, ben mesnetli bir film yaptım, demeye çalışıyor Ghobadi. Oysa insan bir belgeselde yüzde yüz gerçekçilik görmek istiyor. 

Calvin PryLuck’un ‘Sonuçta hepimiz dışarıdan olanlarız-yabancılarız’ başlıklı makalesinde ifade ettiği gibi, nasıl bilimsel deneylere katılan kişilerin rızası ve  katıldıkları deneylerin sonuçlarından haberdar edilmesi ‘güç’ ilişkisi anlamında çok karmaşık bir süreçse, aynı şey belgesel sinema için de geçerli. Bir deneyde denek olma konusunda gönüllü olan kişinin bütün etkilerden haberdar edilmesi, bilinçlendirilmesi bir ön şartken, bir film çekiminde rızaları ileri sürülse de subjelerin, kameraların kendilerini yansıtmalarının gelecekteki hayatlarını nasıl etkileyeceği konusunda aynı şekilde bilgilendirdikleri, bilinçlendirdikleri hiç söylenemez. 

Geçtiğimiz günlerde Konya’da katıldığım Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi’nde Ghobadi ile çalışan İranlı bir sanatçıyla, Amir Ahmad Fekri ile yönetmenin filmlerinde yer verdiği gerçek kişiler bağlamında konuşup tartışma fırsatı buldum. Fekri bütün iyi niyetiyle, Ghobadi’nin oyuncu seçimini karakter yaratımı konusundaki ustalığıyla ilişkilendirirken, hiç de bunu amaçlamadan bu ustalığın gerçek kişileri yansıtmadaki amansızlığına da  işaret etmiş oldu kanımca. Bu yolla ortaya konulan gerçek ne kadar haklı sebeplere dayalı olursa olsun, sahiplerine karşı umursamaz tutum  nedeniyle bana şaibeli ve ortalıkta bıraktığı kurbanlar nedeniyle de sahici çözüme ulaşma emelinin uzağında görünüyor.