Irak Türkmenlerine İntihar Saldırısının Analizi II

Türkiye’nin, Irak coğrafyasından kaynaklanan rahatsızlıklarını diplomasi, uzlaşma ve ortaklık ilişkileri çerçevesinde çözme yönünde kararlı adımlar atma yerine; meseleyi duygusallığa vererek, ABD ile inatlaşıp Irak topraklarına girecek olursa, aslında “örtülü bir şekilde” Amerika’yla savaşa tutuşmuş olacaktır. Şayet ABD, NATO üyesi konumundaki Türkiye ile doğrudan bir savaşı sakıncalı bulmazsa, ABD ile Türkiye arasında “Irak Meydan Savaşı” denen ciddi bir hesaplaşmanın yaşanması kuvvetli bir ihtimal olabilir. Beklentiler bağlamında düşünürsek; ABD’nin, gölgede kalarak, Irak’taki Peşmergeler eliyle yürüteceği bu savaş sebebiyle Türkiye ciddi anlamda zayıflatılacaktır. Kendi derdine çare arama telaşına kapılacak olan Türkiye, böylece hem bölgesel ve hem de içimizdeki olumsuz gelişmelerin hiçbiriyle uğraşacak zaman, moral ve güç bulamayacaktır. Böylece, bugün uğruna savaşa girmeyi bile göze aldığımız “muhtemel Kürdistan devleti” asıl o vakit kurulacaktır. İşte bu hesapla, Türkiye’nin hassasiyet ve duyarlılıkları göz önünde bulundurularak, Türkmenlere düzenlenen terör saldırıları üzerinden, Türkiye’nin sabrı taşırılmak isteniyor. O nedenle, çoğunlukla Şii Türkmenlerin yaşadığı 26 bin nüfuslu Tuz Hurmatu kentine bağlı Emirli kasabasındaki “pazaryerine” büyük çaplı bir intihar saldırısı düzenlenmiştir. Açıkçası, düzenlenmiş olan kanlı intihar saldırısının büyüklüğü dikkate alındığında; Türkiye’nin ırak’a girmesi için ne derece tahrik edilmeye çalışıldığı kolayca anlaşılabiliyor.

Öte yandan,  son haftalarda Ortadoğu coğrafyası ve kimi Avrupa ülkelerinde Batılı hedeflere yöneltilmiş olan terör hadiseleri ile birkaç gün önce Kuzey Irak’ın İran sınırına yakın bölgesi ve Türkmenlerin yoğun bir şekilde yaşadığı Tuz Hurmatu kentinde düzenlenen terör eylemlerinin doğrudan El Kaide terör örgütü ya da “İslami terör” ile ilişkilendirilmesi dikkate alınınca; bir şekilde Türkiye’nin, “İslami terör ve El kaide” üzerinden “küresel teröre karşı savaş” tezinin doğrudan uygulayıcısı konumuna itilmek istendiği de dikkatlerden kaçmıyor. Türkiye’ye biçilmek istenen bu rolün başlıca savunucusu ABD-İsrail-AB mihveridir. Şayet, bu hesaplarını tutturabilirlerse, Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirme hayallerini suya düşürme becerisi gösteren örgütlü İslami grupların karşısına Türkiye’yi çıkarmış olacaklar. Böylece, “bir taşla iki kuş vurma” özdeyişinde olduğu gibi, İslami gruplar ile İslam dünyasının potansiyel lideri konumundaki Türkiye’yi birbirlerine kırdırmış olacaklardır. Diğer yandan, “medeniyetler arası ittifak projesi”nin doğrudan yürütücülerinden biri konumundaki Türkiye’nin, küresel nitelik kazandığı iddia edilen ve şimdi de Türkiye’nin hayat damarlarından biri konumundaki Irak’taki Türkmenleri hedef seçen “küresel nitelikli İslami terör”e karşı doğrudan harekete geçmesi Türkiye’ye dayatılıyor denebilir. Ayrıca, Kuzey Irak kaynaklı PKK terörünü gerekçe göstererek, ABD-İsrail-AB mihverini dünya kamuoyu nazarında itham eden Türkiye’nin önüne, Batılı hedefleri de yoklayan; daha ciddi, vahim ve küresel nitelikli başka bir terör vakası Türkmenler üzerinden sunularak, Türkiye’nin yaygara ve tehditleri ciddi anlamda boşa çıkarılmaya çalışılıyor.

Daha açıkçası; Kuzey Irak bölgesindeki Türkmenlere yöneltilmiş olan dehşetli terör saldırısı üzerinden çok sayıda amaç gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Olayların gelişim seyri ve perde arkasındaki odakların amaçları net bir şekilde bilinmediği için, bu kanlı eylemler vasıtasıyla nelere sebep olmak istendiğini belirgin bir şekilde ortaya koyma imkânımız yoktur. Ancak, bu kanlı terör hadisesinden yola çıkarak, bölgenin gebe olduğu gelişmelere ışık tutmaya yarayacak bir biçimde, muhtemel beklenti ve hedefleri sıralayabiliriz. Aslında, Türkiye’yi yakından ilgilendiren ve belli ölçüde de riskli duruma iten Irak’taki gelişmelerle ilgili olarak “nokta atış” tarzında bir değerlendirme yerine, “kapsamlı ihtimal hesapları”nı dikkate alan bir analizin, sürecin çok yönlü bir şekilde okunabilmesi açısından çok daha yararlı olacağı söylenebilir. Bu bakış açısından hareketle, birkaç gün önce, Irak’taki “Şii” Türkmenlere ve bu olaydan saatlerce önce de İran sınırındaki diğer Şii gruplara yöneltilmiş olan intihar saldırısı üzerinden şu amaçlara hizmet etmeye çalışıldığını iddia edebiliriz:
Birincisi; Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerektirdiği “kanlı iç hesaplaşma ve savaşları” Türk-Kürt rekabeti üzerinden başlatarak yaygınlaştırmak istiyorlar.
Kuşkusuz, Kuzey Irak’taki bağımsız Kürt devleti eğilimi ve buradaki bölgesel yönetimin Kerkük üzerindeki emelleri sebebiyle yaşanan Kürt-Türkmen rekabetinin Türkiye’yi ciddi anlamda kızdırarak tahrik ettiği herkesin malumudur. Ancak, özellikle Batılı yayın organları ile haber ajansları vasıtasıyla dünya kamuoyunun hafızasına bilinçli bir şekilde kazınmış olan “Türkiye’nin, bağımsız Kürt devletini kabul etmeyeceği” propagandası, Türkiye ile Ortadoğu bölgesindeki Türk boyu Kürtleri potansiyel iki düşman konumunda lanse etmiştir. Bu gergin ortamdan istifade etmek isteyen fırsatçı güçler de, çeşitli bahanelerle, “düşman kardeşler” olarak ilan ettikleri bölgedeki Türkler ile Türk boyu Kürtler arasında “yayılma eğilimde olan” bir savaş çıkarmak istiyorlar. Bu amaçla, öncelikli olarak Kuzey Irak üzerinden Türkiye’ye sızarak terör eylemleri gerçekleştiren PKK’nın barınmasına yataklık edildiği hususu kaşınarak, Türkiye’nin, ABD hegemonyası altındaki Irak’a kapsamlı bir askeri hareket düzenlemesi yönünde yoğun yönlendirmeler yaşandı. Türkiye’yi, küresel sistemin tek aktörü konumundaki ABD’yle sıcak çatışmaya girdirerek Irak bataklığına saplanmayı amaçlayan bu teşvik ve yanlış yönlendirmeler henüz bir işe yaramadı. Aklıselim, sağduyu ve itidalli tavırlar galip geldiği için, söz konusu “savaş ve işgal” tamtamlarının hızı epeyce kesildi.

Daha önceleri, benzer bir durumu Kerkük ve Irak’taki Türkmenlerin hukuki statüleri gerekçesiyle Türkiye’ye yaşatmışlardı. Şimdi ise, Kuzey Irak bölgesinde yüzlerce Türkmen’in ölmesi ya da yaralanmasına neden olan intihar eylemi devreye girdirilerek, Kürt Özerk Yönetimi zan altında bırakılmaya ve dolayısıyla bölgesel Kürt yönetimi ile Türkiye arasındaki gerilimi daha da tırmandırmaya çalışıyorlar. Hatta, sahnelenmekte oyuna açıklık kazandırma bağlamında; yabancı bazı haber ajansları tarafından duyurulan haberlere bakılırsa; Kuzey Irak’taki Türkmenlere yönelmiş olan söz konusu intihar eylemi, bu bölgedeki Türkmenler ile Kürtler arasında bir iç hesaplaşma sürecinin başlamasına neden olabilirmiş. Bu haber ajanslarının verdiği haberlerin ima ettiği şeyden ilk anlaşılan şey; bu eylemin, Kürt milliyetçiliğine eğilimli terör odakları tarafından çıkarıldığı ve bu gibi şiddet eylemleri yoluyla bölgede yaşayan Türkmenleri korkutarak kaçırma hesapları yapılıyormuş. Bu gibi maksatlı ve yönlendirme amaçlı haberler yayınlanmaya devam ettiği taktirde; mesela Kerkük’ün statüsüyle ilgili referandum başta olmak üzere, daha başka rahatsız edici gelişmelerin etkisiyle Irak topraklarındaki Kürtler ile Türkler arasındaki gerilimler “kontrolden çıkacak derecede” tırmandırılabilir.

Ancak unutulmamalıdır ki, Irak’ta ortam durulmadıkça ve siyasi istikrar ile güvenlik ortamı sürekli hale getirilmedikçe, çeşitli mihrakların ayak oyunları sebebiyle, Türkmenler ile Kürtler arasında her an için bir iç hesaplaşmanın yaşanması ihtimal dâhilindedir. Irak’taki istikrarsızlıklar ile karışıklıkların artarak sürdüğü göz önünde bulundurulursa; bu durumda, dikkatli davranılmadığı sürece, Ortadoğu coğrafyasında yaşamakta olan 110 milyon Türk ile onların bir kolu konumundaki 17 milyon Kürt arasında kıyasıya bir savaş ve hesaplaşma yaşanabilir. Zaten, Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyası üzerinde uygulamaya çalışılan Büyük Ortadoğu Projesi’nin başarısızlığa uğramaması için, ABD-İsrail-AB mihveri, bu bölgede yaşayan Türkler ile Türkmen boyu Kürtlerin birbirleriyle kıyasıya savaşmalarını teşvik etmektedirler. O nedenle, bu iki kardeş halkın “çatışma yerine bütünleşme ve kaynaşma” zemininde buluşabilmeleri için, özellikle Türkiye’yi yönetenlere büyük sorumluluklar düşmektedir. Talabani, Barzani ve PKK yöneticilerinden, “iki kardeş halkın kaynaşarak bütünleşmesi” yönünde ciddi adımlar atmalarını beklememiz ham hayalden öteye gitmeyecektir.
Öyle ise, iktidar hırsına kapılmış ve kullanılmaya müsait bu kişilerin düşmanlıklarına ve hatalarına karşı aynı yanlış yöntemleri denemek yerine; bu iki kardeş halkın “oyunlara son” diyerek dayanışma içerisine girebilmelerini teşvik edici projeler devreye girdirilmelidir. Benzer biçimde, bu iki kardeş halkın çatışması üzerinden büyük hedeflerine ulaşma hevesine kapılmış olan ABD-İsrail-AB mihverini bu hayallerinden vazgeçirecek ağırlık ve yoğunlukta kapsamlı bir kampanya başlatılmalıdır. Aslında, bu üçlü mihver ile Türkiye arasındaki karşılıklı iyi diyalog zemini iyi değerlendirilebilirse, söz konusu kampanyanın bu mihver tarafından bir şekilde kabul edileceği yadsınamaz bir hakikattir. Zira, diplomasi kültürü o kadar zengin ve esnek ki, eğer meseleleri “uzlaşma ve anlaşma” zemininde çözüme kavuşturma kararlılığı içerisindeyseniz, mutlaka “barışçı bir çözüm” bulma beceri ve başarısının kapısını size aralayacaktır. O halde, üçlü mihver kötü niyetli olsalar bile, bilişim çağının sunduğu iletişim araçları vasıtasıyla “kendi iyi niyetinizi” muhataplarınızın asıl niyetleriymiş gibi onlara kabul ettirme şansını yakalayabilirsiniz. Öyle ise, her türlü tahrik ve yanlış yönlendirmeye rağmen, Türkiye’nin bölgesel endişelerini “savaş yerine barışçı araçlar” vasıtasıyla fırsatlara çevirmeyi denemeyi ilke edinmeliyiz. Aslında, Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi, bize bu barışçıl çözüm metodunu telkin ediyor.  
İkincisi; Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerektirdiği “ayrıştırıcı mezhep kavgaları ve savaşlarına” Şii Türkmenler ile El Kaide hesaplaşması üzerinden farklı bir nitelik kazandırmak istiyorlar. “Şii unsur” üzerinden İran, “Türkmen unsur” üzerinden ise Türkiye ile El Kaide ve bağlantı içerisinde olduğu diğer İslami örgütler arasında kapsamlı bir hesaplaşma sürecine zemin hazırlanıyor. Daha sonra ise, örtülü operasyon ve yönlendirmeler vasıtasıyla “Müslüman devletler ile Müslüman örgütler” arasındaki savaşı “Şii kuşak ile Sünni kuşak” cepheleşmesine çevirme planını kurguluyorlar.

Bilindiği üzere El Kaide’ye mensup gruplar, bazı farklılıklar gösteriyor olsalar da, genel olarak Sünni ekol mensubu kişilerden oluşmaktadır. Bu grup, ABD öncülüğündeki uluslar arası koalisyonun “”aleyhte propagandaları” sebebiyle, Afganistan’la sınırlı mahalli bir örgüt konumundan “küresel nitelikli bir örgüt” konumuna yükselmiştir. Bu yönüyle, Şii İran topraklarında bile gerçek manada bir taraftar kitlesi kazanmıştır. Dolayısıyla “El Kaide” örgütü dendiğinde, dünyanın değişik ülke ve bölgelerindeki farklı İslami gruplarla koordineli hareket eden küresel nitelikli çok boyutlu bir devasa örgüt anlaşılmalıdır. ABD-İsrail-AB mihveri, El Kaide örgütünü “İslami terör ve radikal İslâm” kavramlarıyla lanetleyip aşağıladıkça, dünya üzerindeki çoğu Müslüman’ın bu örgüte yönelik sevgi ve bağlılığı artmaktadır. O nedenle, bu örgütün “savaş açtığı” herhangi bir İslam ülkesi bile, değişik ithamlarla bütün Müslüman halkların kin ve nefretini kazanma riski altına girebilir.

Bu durumun farkında olan “üçlü mihver” ülkeleri, İslam dünyasının gözde ve lider ülkeleri konumundaki İran ile Türkiye’yi, El Kaide ve bağlantı içerisinde olduğu yüzlerce farklı İslami gruplarla çatışma noktasına getirmek istiyorlar. Bu oyunun bir benzeri, beş yıldan buyana Pakistan üzerinde sahnelenmeye çalışılıyor; ama henüz fazla bir mesafe alınabilmiş değildir. Buradan da anlıyoruz ki, ABD-İsrail-AB mihverinin Büyük Ortadoğu Projesi’ne başarılı bir şekilde hayatiyet kazandırabilmeleri için, Türkiye-İran-Pakistan mihverinin öncelikli olarak ciddi anlamda yıpratılarak parçalanma sürecine girdirilmeleri gerekmektedir. Bu üç İslâm ülkesinin iç karışıklıklara girdirilerek ya da savaş ortamına sürüklenerek parçalanabilmeleri için Afganistan ve Irak’taki istikrarsızlık ortamı çok uygun bir vesile olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Pek tabii olarak, Filistin sorunu ile Darfur problemi de diğer İslam ülkelerinin iç karışıklıklara ve zamanla parçalanmışlıklara duçar edilmelerinde kullanılacak başka araçlardır. 

Bugün için El Kaide mensupları ile İran arasındaki ilişkiler, dış sızmalar ve yanlış yönlendirmelerin etkisiyle, her an sabote edilebilecek bir konum ve zayıflığa sahiptir. Türkiye’nin durumu da, özellikle 2007 yılı başından itibaren neredeyse aynı noktadaymış gibi, yabancı haber ajansları tarafından yayın organlarına haber olarak geçilmektedir. O nedenle, geçen hafta İran sınırındaki Şiilere ve Kerkük yakınlarındaki Tuz Hurmatu bölgesinde de Şii Türkmenlere yöneltilmiş olan intihar eylemi El Kaide Örgütü’ne yamanarak Türkiye ve İran’ın dikkati çekilmektedir. Bu tarz eylemlerin illaki El Kaide mensupları tarafından yapılması gerekmiyor; başkaları farklı maksatlarla bu gibi terör eylemlerini yaptırarak, El kaide mensuplarının üzerine yıkabilirler. Bu ihtimali de dikkate alarak; düzenlenmiş olan bu eylemlerde özellikle Şii Türkmenlerin hedef seçilmesi yoluyla, bir taraftan Irak’taki Şii gruplar ile El Kaide mensupları arasında belli bir kutuplaşma oluşturulurken, diğer taraftan ise Türkmen katli sebebiyle Türkiye ile El Kaide örgütü farklı bir hesaplaşma zeminine çekilmek istenmektedir. Böylece, İran ile Türkiye’nin başına “dinamik yapılı küresel İslami gruplar” salınarak, bu iki ülkenin iç karışıklıklara sürüklenmelerinin önü açılmak istenmektedir.

Açıkçası, bu gibi karışıklık ve hesaplaşma süreçleri bir kere başlatıldıktan sonra, ileriki aşamalarda, çeşitli örtülü operasyonlar yoluyla, İran ile Türkiye’nin öncülüğünde Şii ve Sünni kuşak cepheleri rahatlıkla inşa edilebilir. Zira ABD-AB-İsrail mihveri, eğer baştan dikkatli davranılamaz ise, sahip oldukları deneyimler ve istihbarat güçleri sayesinde, bu gibi oyunları rahatlıkla oynayabilirler. Öte yandan, dikkat çekici ve kafa karıştırıcı bir hususta şudur: Türkmenlerin Şii mezhebine mensup olanlarının hedef seçilmesi acaba, doğrudan İran’a ve dolayısıyla İran’daki otuz milyon düzeyindeki Türkmenlere ya da Azerilere bir mesaj mıydı; sorusu üzerinde de epeyce düşünmeye değer aslında. Çünkü ABD öncülüğündeki mihverin İran’la ilgili planlarında, İran’daki Türklerin kullanılmasıyla ilgili ciddi çalışmalar yapılmaktadır.

Bütün bu olasılıklar çerçevesinde düşünürsek; o halde, Büyük Ortadoğu Projesi’ne hayatiyet kazandırarak neredeyse İslam coğrafyasının yüzde seksenini parselleme planları yapan üçlü mihverin hesaplarının bozulabilmesi için, Türkiye ve İran gibi binlerce yıllık devlet deneyimine ve tarihi geçmişe sahip olan iki kardeş ülke yöneticilerine büyük sorumluluklar düşmektedir. Bunun için de, öncelikle, Irak’taki Şii Türkmenlere yönelik intihar saldırısının perde arkasındaki güç odaklarının deşifre edilebilmesi için harekete geçmelidirler. Ancak bu sayede, bundan sonraki muhtemel fitne ve oyunlara karşı daha duyarlı ve bilinçli bir tavır sergilenebilir. Bu bağlamda, Türkiye’nin Irak bataklığına sürüklenmesi teşviklerinin ayyuka çıktığı bir ortamda, söz konusu terör eyleminin Türkiye medyası tarafından fazlaca dikkate alınmayıp neredeyse basit bir biçimde geçiştirilmesi önemli bir hizmet olarak değerlendirilebilir. Ancak, mezhep kavgalarını teşvik edici ve Türkiye ile dünyadaki örgütlü İslami grupları karşılıklı kutuplaşmalara sürükleyici yabancı haber akımları karşısında “pasif tutum” takınılması çok büyük hata ve ciddi bir eksiklik olmuştur. Hâlbuki söz konusu terör eylemleri, Türkiye’deki yayın organları tarafından, tıpkı Ankara’daki Anafartalar çarşısı önünde gerçekleştirilmiş olan terör hadisesi gibi “akılcı ve gerçekçi” bir analiz ve deşifre sürecine tabi tutulmalıydı. Bu duyarlılık ve hassasiyetin gösterilmemiş olması sebebiyle, ortalığa saçılmak istenen fitne ve fesadın belli ölçüde taban tutmaya başladığını görüyoruz.

Söz konusu terör eyleminin Şii kesime düzenlenmesi İran’ı ne derece ilgilendiriyorsa, doğrudan Türkmenleri hedef alması nedeniyle belki de Türkiye’yi daha çok ilgilendiriyordur. Bu hassas ve duyarlı durumdan istifade etmek isteyen üçlü mihver, düzenleyicisi henüz kesin olmayan, Türkmenlere yönelmiş olan söz konusu hain saldırıyı “sorgulama gereği bile duymadan” El Kaide örgütü üzerine yıkmaya çalışmaktadır. Çünkü Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyası üzerinde hesapları olan bu odaklar, bu terör hadisesini kullanarak ve muhtemelen yenilerini de devreye girdirerek; neoemperyalist saldırıları ve küresel hegemonya girişimlerinin önündeki en ciddi engellerden biri konumundaki Hamas, Hizbullah, El Kaide vb gibi İslami örgütler ile İslam dünyasının potansiyel lideri konumundaki İran ve Türkiye’yi birbirlerine kırdırmak istiyorlar. Aslında benzer biri cepheleşmeyi Pakistan ile El Kaide arasında da şekillendirmeye çalıştıklarını yukarıda belirtmiştim. Dolayısıyla, daha önce belirttiğimiz gibi; öncelikli olarak Şii ve Sünni kuşakların bu iki lider ülkesi ile küresel bağlantılar içerisine girmiş bulunan İslami örgütleri kıyasıya bir çatışma ortamına çekmenin hesapları yapılıyor.

Söz konusu edilen çatışmalar başlatılabilirse şayet, devreye girdirilecek olan örtülü operasyon ve fitnelerle bu defa da Şii kuşak ile Sünni kuşak arasında mezhep savaşları başlatılacaktır. Açıkçası, Büyük Ortadoğu Projesi gibi iddialı bir stratejik hedefin gerçekleştirilebilmesi ve bu sayede İslam coğrafyası üzerinde yüzlerce devletçik ya da kent devleti oluşturulabilmesi için, Müslüman halkların birbirlerine kırdırılması gerekmektedir.

Bu coğrafyada yaşanmakta olan hadiseler ve iddia ettiğimiz hedeflerle ilgili hesaplar karşılaştırıldığında, “asıl oyun” henüz sahnelenmemiştir denebilir. O halde, Türkiye’de ciddi tartışmalara neden olan Hudson Enstitüsü’ndeki Türkiye’yle ilgili senaryolar ile 2006 yılı sonbaharında İtalya’daki NATO Koleji’ndeki toplantıda Amerikalı Albayın ve geçenlerde de Yunanistan’daki resmi bir toplantıda bir profesörün sergilemiş oldukları “Türkiye’nin doğu kısımlarının başkalarına ait olduğunu gösteren harita” skandalları göz önünde bulundurulacak olursa; üzerinde düşündüğümüz bu terör hadisesi vasıtasıyla Türkiye’nin, duygusal davranarak hata yapmasını teşvik etmek amaçlanmaktadır denebilir. Ne gibi hata, diye sorulacak olursa?

Denebilir ki, Türkiye’nin meydan okurcasına ve çevresine hava atarak Irak’a girmesi yapılabilecek en büyük hatalardan biridir.Buradan da anlıyoruz ki; Şii kesimlere yönelik bu terör saldırısı İran üzerindeki Batılı hesaplara hizmet edebilme amacı taşıyor gibi lanse edilse de, meselenin içerisine Türkmen unsur katılmış olduğuna göre, Türkiye üzerindeki sinsi oyunlara da katkıda bulunacağı hesaplanmış olabilir.

Bu bağlamda özellikle bir hususa “altını kalın çizgilerle çizerek” yeniden dikkat çekmek gerekmektedir; ABD-İsrail-AB mihverinin Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyasıyla ilgili stratejik amacı Büyük Ortadoğu Projesi’ne hayatiyet kazandırmak olmakla birlikte; bu uğurda gerçekleştirmeye çalıştıkları başlıca stratejik hedeflerinden birisi ise Türkiye-İran-Pakistan mihveri ile Hamas-El Kaide-Hizbullah vs gibi örgütlü İslami grupları “dönerli bir biçimde” birbiriyle birbirleriyle savaştırarak, İslam coğrafyası ile Müslüman halkları paramparça ve birbirlerine düşman bir konuma sürüklemektir. Pek tabii olarak Türkiye-İran-Pakistan mihveri, üzerlerinde oynanmaya çalışılan oyunların farkında olduklarını ve gerekli tedbirleri almak üzere çaktırmadan tedbirler almaya çalıştıklarını her fırsatta belli etmektedirler. Askeri alanda giriştikleri “ortak projeler” bir tarafa bırakılacak olursa; en basitinden finans sektöründe üçlü mihverin kurmaya çalıştıkları “ECOBANK” ve bu bankaya verilen ayrıcalıklar paralelinde diğer stratejik alanlarda giriştikleri ortak projeler tahmin edildiğinde, bu üç ülkenin zannedildiği gibi boş durmadıkları rahatlıkla kavranabilir.

Fakat burada özellikle belirtmek isterim ki Türkiye, ABD-İsrail-AB mihveri ile olan yakın ilişkileri ve deneyimlerini çok dikkatli bir biçimde kullanabilirse, burada “endişe ve üzüntüyle” çözümlemeye çalıştığımız bu felaket senaryoları tam aksi istikamette de cereyan edebilir. Kuşkusuz ki karşımızda “bilişim çağının” devasa güçlerinden müteşekkil bir güçlü bir koalisyon var. Üstelik, bu koalisyon güçleri bize muhtaç ve “huyunu suyunu bilerek belli ölçüde yönlendirebilme becerisi gösterdiğimiz bunlar”  bu sebeple bizimle ortak projelere imza atmak istiyorlar. O halde, niçin hislerimize ve duygularımıza esir olarak, dünya politikasının yerleşik geleneklerinin farklı versiyonunu bölgemizde uygulamaya kalkışan bu mihverle “doğrudan diplomasi” yerine “dolaylı çatışmayı” tercih ediyoruz; pek anlaşılır bir şey değil. ABD-İsrail-AB mihveri Büyük Ortadoğu Projesi’ni gerçekleştirmek istiyorlarsa, bizler de “barış diplomasisi kuralları içerisinde” farklı projelere onları razı ya da mecbur etmenin yollarını deneme beceri ve başarısını göstermeye çalışmalıyız. Zira İslam ve Batı medeniyetleri arasında “köprü, uzlaştırıcı ve uyumlaştırıcı” pozisyona sahip olan yegâne ülke Türkiye’dir. Öyle ise, bu rol ve pozisyonumuzun gereğini yapma beceri ve başarımızı yersiz “hissiyat, duygusallık ve yanlış yönlendirmeler” sebebiyle elimizden kaçırmamalıyız.   
Üçüncüsü; Büyük Ortadoğu Projesi’nin hedeflerinden biri konumundaki “Büyük İsrail”in sacayaklarından birisi olan “uydu” Kürdistan’ın kurulabilmesine yönelik fiili ve hukuki süreci başarıya ulaştırmak için, bir taraftan bu projenin önündeki en ciddi engel konumundaki İran ile Türkiye’yi takatsiz ve etkisiz bir konuma sürüklemeye çalışılırken, diğer taraftan da Türkmenleri bölgesel Kürt yönetimine bağımlı bir pozisyona getirmek istiyorlar.

Irak coğrafyasıyla bağlantılı olarak yaşanan diğer sorunlar bir tarafa bırakılacak olursa; “Şii” ve “Türkmen” özelinde düzenlenmiş olan son terör eylemleri her ne kadar Şii ve Türkmenleri hedef almışsa da, burada başka bir “saptırma ve yanıltma” yapılmaktadır. Şöyle ki; terör eyleminin gerçekleştirilmiş olduğu yer Kuzey Irak olarak geçtiği için, bu terör hadisesi Bölgesel Kürt Yönetimi’ne yöneltilmiş gibi başak bir hava oluşturularak, bu özerk yönetimin Kerkük ve Petrol yasası başta olmak üzere, gelecekle ilgili her türlü beklentisine uygun bir hava ve ortam oluşturulmaya çalışılıyor. Bu sebeple, 150’den fazla kişinin öldüğü ve 200’den fazla kişinin da yaralandığı dikkate alındığında, özerk Kürt yönetimine yönelik büyük çaplı bir terör hadisesi gerçekleştirilmiş gibi bir imaj oluşturulabilmektedir. Kuşkusuz, bölgesel Kürt yönetiminin bağımsızlık taleplerinin ABD-İsrail-AB mihveri tarafından hukuki ve fiili zeminlerde desteklenmesinin dünya kamuoyu tarafından tepkisiz ve hatta olumlu bir biçimde karşılanması için, bu tarz mağduriyet görüntüleri çok işe yaramaktadır.

Öte yandan, gerçekleştirilen bu terör eylemleri üzerinden Türkiye ile Irak’taki Şii Türkmenler arasına belli bir mesafe koyulmaya çalışılıyor. Bu bağlamda, sanki Şii Türkmenler, “Sünni Türkiye” yerine Kürt bölgesel yönetimini desteklemeleri sebebiyle böyle bir terör hadisesine maruz kalmışlar havası verilerek, Türkiye’nin bölgeye yönelik “gür çıkma istidadında olan” sesini kısmaya çalışıyorlar. Daha net ifade edersek, gülünç duruma düşmeyeceklerinden emin olsalar, Şii Türkmenlere yöneltilmiş olan intihar saldırısıyla Türkiye arasında bir bağlantı olabileceği yönünde haberlerin yayılmasına bile izin verecekler. Zaten, Irak Türkmenleri ile Irak’ın kuzeyindeki özerk Kürt yönetimi arasında herhangi bir sorun olmadığı ve Türkmenlerin çoğunun “Türkmen birliği anlayışı” yerine, “Kürt-Türk birlikteliği” yaklaşımıyla özerk Kürt yönetimine tabi olmak istedikleri haberleri, son yıllarda, yaygın bir şekilde dünya kamuoyuna pompalanıyor. Bu propaganda üzerinden, Türkiye’nin Türkmenlerin haklarıyla ilgili ileri sürdüğü görüşleri zayıflatılmaya çalışılıyor. Ayrıca, “çok bilinmeyenli bir denklem”le yüzleşmekte olduğumuz gerçeğinden hareketle, Türkiye’nin Irak bataklığına muhtemel iteklenmesinden sonraki süreçte, Türkmenler ile Türkiye’nin ayrı saflarda yer almalarına yönelik farklı bir hesap güdülmekte olduğu iddiasını ileri sürmek de pek yanıltıcı olmayacaktır.

Diğer yandan, Şii Türkmenlerin muhatap oldukları intihar eylemi, Türkmenler ile bölgesel Kürt yönetimi arasındaki bağların düzeltilerek sıkılaştırılmasına bir vesile olarak kullanılmaya çalışılıyor. Gerçekten, acılı bir teröre muhatap olan Şii Türkmenlerin yardımına koşan bir özerk Kürt yönetimi” imajı oluşturularak, o bölgenin “tek ses, tek vücut” bir havaya bürünmesine zemin oluşturulmaya çalışılmaktadır. Ancak, Türkiye’nin derhal yaşanan acılı terör hadisesine müdahale ederek yaralıları Türkiye’ye getirmesi ve mağdur halkın desteğine koşması sebebiyle, ibre daha net ve sarsılmaz bir şekilde Türkiye’ye dönmüştür. Fakat Türkiye’nin, sanki Kürtleri dışlayarak sadece Türkmenlere sahip çıkıyormuş hava ve görüntüleri, Türkiye ile Türk boyu Kürt kardeşlerimiz arasına ciddi anlamda mesafe koyulmasına neden olmaktadır. Hâlbuki Türkiye, “bağımlı ve bağlantılı ilişkiler içerisinde bulunan Barzani, Talabani ve PKK yöneticilerini” yok sayarak, tıpkı Türkmenleri sahiplendiği gibi, bölgedeki Kürtlerin hepsinin gerçek hamisi olduğunu keskin bir şekilde ortaya kaymalıydı. Maalesef bu noktada oldukça başarısız politikalar uygulanarak, Kürtlerin, üçlü mihverin sinsi hesaplarının kurbanı olmalarının önüne geçememiştir. Aslında, bizim en öncelikli sorunumuz PKK terörü yerine bu Kürt halklarını kaybetmekte olduğumuz gerçeğidir. Zira, eğer bölgedeki Kürt halkların kazanılmasına uygun politika ve projeler geliştirebilmiş olsaydık, kuşkusuz, PKK terörü denen ucube sadece marjinal bir ideolojik grup olarak kalacaktı.

Ayrıca, Irak merkezli iç hesaplaşmalar başta olmak üzere, bölgesel Kürt yönetiminin bağımsızlığa kavuşturulması ihtimaline karşı, Irak’taki Türkmenler ile Kürtleri birlikte hareket ettirebilmek için, Kerkük ve çevresinde yaşamakta olan Kürtler ile Türkmenlerin diğer Iraklı halklardan farklılığını ima eden hukuki düzenlemeler yapılmaya çalışılıyor. Mesela, hâlihazırda yapılmakta olan mevzuat düzenlemeleriyle, Kerkük’te yaşayan Türkmen, Kürt ve silik durumdaki etnik unsurlar haricindeki diğer unsurların başka kentlere ait olduğu tescillenmeye çalışılıyor. Böylece, zaten Kerkük’ün asıl sahibi olan Türkmenlere bir nevi “bahşiş” dağıtılıyormuşçasına iyilik yapmaya ve Türkmenler kazanılmaya çalışılmaktadır. Aslında, bu hamleyle birlikte, Kerküklü olmadığı varsayılan Arap nüfus dışarıda tutulmakta; böylece, Kerkük’e göç ettirilmiş olan yüz binlerce Kürt nüfus karşısında, Türkmenlerin nüfusunu azınlık durumuna düşürmeye ve dolayısıyla 2007 yılı sonunda yapılacak olan referandum vasıtasıyla Kerkük bölgesini, bölgesel Kürt yönetimine bağlamaya zemin hazırlamış oluyor. Netice olarak, Türkmenleri bölgesel Kürt yönetimine daha da bağımlı ve bağlantılı kılacak bu gibi hamleler vasıtasıyla, hem gündemdeki Irak petrol yasası ve hem de 2007 yılı sonunda yapılacak olan Kerkük referandumunda Kürt bölgesel yönetiminin emellerine uygun neticeler elde etmeye çalışılmaktadır.