İnsanın zihni atmosferi

İnsanın zihni atmosferi, insanın nasıl bir şahsiyet kazanacağının teminatıdır. Bu yüzden zihni atmosfer konusunda daha açık bir fikre sahip olmak zorundayız. Bu zorundalık aynı zamanda bizim kendi kültür ve birikimimiz üzerine de düşünmemizi şart koşar!

İnsan yetiştirmenin çok değişik yöntemleri vardır. Bu değişik yöntemler sonucu, değişik bakışlar ve farklı algılama biçimleri meydana gelir. Biz, kendi geleneğimizde insan yetiştirme biçimimize yeniden bakmalı, yaşadığımız dönemle uyumlu olan ve olmayan yönlerini ortaya koyan çalışmalar yapmalıyız.

Geleneğin insan yetiştirme biçimine göz attığımızda, günümüz Müslümanların insan yetiştirme biçimiyle karşılaştırdığımızda; çok yakın ve benzer sorunları gözlemleyebiliriz. Gelenekte genel itibarı ile dine yaklaşım tarzı; Üstatlar, Âlimler, Şeyhler bilir. Onların ortaya koyduğu yorumu eleştirme hak ve salahiyeti kimseye verilmezdi. Dini ancak onlar anlardı. Diğerlerine düşen ise sadece onlara tabi olmaktı. Bu günde Müslümanların insan yetiştirme zihniyetine baktığımızda benzer sonuçları görüyoruz. Abi’ler her şeyi bilir! Onlar, bize dini öğretirler. Fakat ne hikmetse ‘din’ hep ‘Abi’lerin yorumundan geçtikten sonra öğretilir. ‘Abi’ler (yazarlarımız, aydınlarımız, şeyhlerimiz vs. tüm din öğreticilerini kapsıyor) Din ve müntesipleri arasında durmakta ve dine ulaşılmasını engeller pozisyonda kalmaktadırlar. Tabii ki bu durumu kasten yaptıklarını söylemek mümkün değil, ancak realite de durum budur.

Nitelikli insanın yetiştirilmesi için, nitelikli bir eğitim anlayışına sahip olmalıyız. Özellikle insan yetiştirilirken dikkat edilmesi gereken hususların ortaya çıkarılması için çok ciddi müzakerelerin yapılması gerektiği gün gibi aşikârdır.

Düşünebilen, akledebilen, üretebilen, değerlendirebilen, sorgulayabilen ve farkı fark edebilen insanların yetişmesi bu yoğun insan yetiştirme zihniyeti üzerine yapacağımız çalışmalar sonucu oluşabilir.

Bağımsız, şahsiyetli ve donanımlı kişilerin yetiştirilmesi için öne çıkarılabilecek yöntemin yaklaşım biçimi şöyle sıralanabilir:

Bilgi ile kurulacak ilişkinin biçemi

Bilgilenme süreci ve bunun sağlıklı ve sahih olabilmesi için şartların olgunlaştırılması.

Bu bilgiyi iki sınıfa ayırabiliriz:

Mutlak bilgi (ilahi vahiy)

Mukayyet bilgi (Beşeri bilgiler)

Bilgiyi ilahi ve beşeri olarak ayrıştırdığımızda, artık bilgi ile olan ilişkimizi de netleştirmiş oluruz. Beşeri bilgiyle olan ilişkimizde belli bir uygunluk söz konusu edilebilir. Beşeri bilginin sınırlı olduğu genel bir kabuldür.

Beşeri bilgi; bilgi seviyemiz, hayatı yorumlama gücümüz, günümüzü değerlendirebilme kudretimiz, sosyal olayları çözümleme niteliğimiz ve realitelere olan vukufiyetimiz sonucu doğruya ulaşma istidadını oluşturur. Aynı zamanda bilgiyi oluşturan konuların lehinde veya aleyhindeki bilgilenme çabalarımız bizi doğruya taşıyacak imkânı sağlayacaktır.

Beşeri bilgiyle ilişkimizin biçemini böyle kurarken ilahi bilgi ilişkimizi de müzakereye açmalıyız. Tarih boyunca da problematik alan olarak ilahi bilgi ile olan ilişki alanına göndermeler yapılır.  İlahi bilginin sorunsallığı; ilahi bilgi ile saf bir ilişki kurulamamasına bağlanabilir. İslam tarihi boyunca ilahi bilgi ile ilişki biçimimiz sorunsallıktan kurtulamamıştır. İslam düşüncesi bağlamında var olan akım ve mezheplerin, Fıkıh ve akait olarak ayrıştırıldığı gibi kendi içlerinde de farklı akım ve mezheplerin oluşması doğal karşılanmıştır. O zaman bu sorunsalın kendi bağlamında meşru bir tabiliği vardır denebilir. ‘Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz’ ilkesine de uygun düşebilir. Ancak bu tabii durumu kendi dünyevi çıkarları uğruna kullanmanın sonuçlarını da gözlemleyebilmekteyiz…

İlahi vahyin beşeri yorumu kabul eden tabiatı gereği daha ilk günden itibaren beşeri yorumlar devreye girerek farklı algı ve anlayışların oluşturduğunu biliyoruz. Sorunda tam burada devreye girmektedir. Vahyin beşeri yorumunun mutlaklaştırılmasının oluşturduğu bir soruna işaret edebiliriz. Mezheplerin ve akımların süreçle mutlak bilgiye atfen dogmatik özellik kazanması sorunun temelini oluşturur. Nass’ın mutlak bilgi (ilim) olduğunda hem fikiriz. Ama Nass’ları; değerlendirme, yorumlama ve kıyas yapma sonucu ulaştığımız bilginin mutlaklaştırılması; düşüncenin dumura uğraması, tembellik ve ataletin yaygınlaşması, sorumluluk bilincinin zayıflaması, hatta kendisi kurtarıcı olması gerekirken başka kurtarıcıları beklemesine sebebiyet verebilir. O zaman yapılması gereken şey; Nass’larla ilişki düzeyimizi yeniden kurmaya çalışmaktır.

Nasslarla ilişki düzeyimizi yeniden kurarken dikkat etmemiz gereken husus, Nassların indiği ortamdaki ilişki biçimini göz ardı etmemektir. Resul (as) ve sahabesinin kurduğu ilişki biçimi bizim için önemli bir örnekliktir. İmam ibn-i Teymiyye ‘İçtihat ve Müçtehit’ adlı tercüme kitabında o dönemi şöyle tasvir ediyor: ‘Resulullah onlara herhangi bir şey söylediğinde sahabe cevaben bu Allah’ın vahyi mi yoksa sizin görüşünüz mü ya Resulullah diye sorarlar ve vahiy ise uyarlar, Resulullah’ın görüşü ise o konuda farklı görüşleri varsa dile getirirlerdi.’

Bu yaklaşım ilahi vahiy ile ilişkimizin temelini oluşturmalı. Elbette ki farklı tartışmaların olduğu biliniyor. Hatta bu tarz ciddi tartışmaların (belki de müzakere demeliyim) bazen izleyicisi, bazen katılımcısı oluyoruz. Ama bu konuda temel prensiplerin geliştirilmesi zamanı geçmektedir.

Burada dikkate sunacağım önemli bir tespit bulunmakta: Merhum Ali Şeriati’nin bize öğrettiği ‘sözün coğrafyası’ndan mülhem ‘Nassın coğrafyası’ ilkesi çerçevesinde: Nass- Resul ve Nass- sahabe ilişkisini yeniden değerlendirebiliriz. Nass’ı anlamada birinci derecede Resul’ün ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. İkinci derecede ise sahabenin ayrıcalıklı bir yere sahip olması gerekir. Bu durum tüm Müslümanlar üzerine bağlayıcı hükümler açısından düşünülmelidir. Konjonktürel, aktüel ve dönemsel veya siyasi, sosyal ve toplumsal değişken hükümler farklı değerlendirilmelidir. Zaten içtihat bu yüzden İslam hukukunun vazgeçilmezi haline gelmiştir.

İçtihat olgusunu doğru değerlendirdiğimiz zaman Nass’la olan ilişkimiz ve Nass’ın yorumlanmasının bilgi değeri açısından durumu da daha kolay anlaşılabilir. Tarih boyunca Nass’ın yorumlanmasından neşet eden çok ciddi bir kültür ve birikimle karşı karşıyayız. Bu kültür ve birikim bazen önümüzü açarken, bazen de tıkaç görevi yapabiliyor. Bu sorunu çözmenin yolu; bu ciddi kültür ve birikimi eleştirel bir yaklaşımla elden geçirerek istifade edebilmeyi sağladığımız gibi ayrıca ona olan katkılarımızı da sunabilmektir. Tabi ki bu kendine güvenen, kültürünü ciddiye alan ve bilgiyi her şeyin üstünde tutan bir hakikat algısı ile bu yapılabilir.

Bir sorun varsa muhakkak onun çözümü de vardır.

Bu ilke ile var olan sorunlarımızın üzerine giderek çözüm yollarını müzakere ortamına taşıma önemli ve ilk basamaktır…