İnsan ve Teknik / Oswald Spengler

 

4

Müteakip sayfalarda okuyucunun önüne yıllardır üzerinde çalıştığım daha geniş bir konudan alınma birkaç fikir sunmaktayım. Aslında niyetim Batı'nın Çöküşü'nde yüksek kültürlerin tarihi önşartlarını yani İnsanoğlunun tarihini, kökeni itibariyle tahkik etmek üzere kullandığım ve sadece yüksek kültürlere münhasır tuttuğum yöntemin aynısını kullanmaktı. Ne var ki önceki çalışmadan alınan tecrübe, okuyucuların büyük çoğunluğunun fikir hamulesi içerisinde âşina oldukları şu veya bu alanın detaylarında kaybolduklarını, kalan kısmı ya eğri gördüklerini yahut hiç görmediklerini kısacası bütüne dair genel bir bakışı muhafaza edecek durumda olmadıklarını göstermiştir. Sonuç olarak da gerek yazdıklarım gerekse metnin konusu hakkında şekilsiz/yanlış bir resim elde etmektedirler. Şimdi, bundan sonra artık kanaatim o ki, İnsanoğlunun kaderi ancak onun faaliyetinin tüm sahalarına eşzamanlı ve mukayeseli olarak yönelindiğinde, diyelim ki siyaseti, dini yahut sanatıyla ilgili bazı problemleri çözmeye çabalamak gibi bir hataya düşmeden yani ki varlığının hususi yönlerine değinildi mi artık daha fazla söylenecek söz yoktur inancıyla hareket etmeden anlaşılabilir. Bu kitapta bazı soruları yine de ileri sürme cüretini göstermekteyim. Mebzul miktardaki sorulardan çok azını. Fakat birbirleriyle bağlantılı sorular bunlar ve bu yüzden okuyucunun İnsan'ın gizemli kaderine hazırlık bâbında şöyle bir bakış atmasına yardım  edebilir.

5

Bölüm Bir

 

Yaşam Taktiği olarak Teknik

6

Teknik problemi ve onun Kültür ve Tarih ile ilişkisi ilk kez 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Köklü şüpheciliğiyle – umutsuz vakadır neredeyse – 18. yüzyıl, Kültürün anlam ve değeri sorusunu ortaya atmıştı. Öyle bir soruydu ki daha geniş ve daha yıkıcı sorulara yol açmış ve 20. yüzyıl için, zamanımız için, dünya tarihine bir problem olarak bütünlüğü içinde bakma fırsatını vermiştir. Robinson Crusoe  ve Jean Jacques Rousseau, İngiliz parkı ve pastoral şiir çağı olan Onsekizinci yüzyıl, “orjinal” insanı bir cins kır kuzusu, barışçıl ve erdemli bir yaratık olarak addetmiştir tâ ki Kültür gelip de onu bir enkaza çevirene dek. İnsan'ın teknik tarafı tamamen gözden kaçırılmış yahut meğer ki görülmüş olsun  [bu kez] ahlakçının saygısına lâyık görülmemiştir. Ancak Napolyon sonrasında Batı Avrupa'nın makine tekniği devasa bir ilerleme kaydetti ve beraberinde imalat şehirleri, demiryolları ve buharlı gemileri getirerek problemle   doğru dürüst ve ciddi bir şekilde yüzleşmeye sonunda bizi mecbur etti. Tekniğin anlam ve önemi nedir? Tarihteki anlamı, hayattaki değeri nedir? Sosyal ve metafizik mânâda nerede durur? Bu sorulara verilen pek çok cevap mevcut fakat bu cevapların sayısı temelde ikiye indirgenebilir.

Bir yanda idealistler ve ideologlar, teknik şeyleri ve ekonomik meseleleri “Kültürün” dışında veya daha doğrusu altında gören Goethe çağının humanist klasikçiliğinin geride kalanları. Goethe,  Faust II'de  bu yeni gerçek dünya'nın  derinliklerini muhteşem hakikat duyusuyla yoklamıştı. Fakat Wilhelm von Humboldt'da dahi çığır açıcı bir tarihi dönemin değerini, ürettiği resim ve kitapların sayısı bakımından hesaplayan anti-realist, filolojik tarihi bakış açısının  başlangıç izlerine  rastlıyoruz. Bir yönetici, ilim ve sanatların hamisi olarak  yalnızca işin erbâbını aştığı nispette önemli bir şahsiyet olarak addediliyordu – diğer yönleri hesaba katılmıyordu. Devlet, uğraşısı ders odalarında, ilim ehlinin çalışma odaları ve stüdyolarında sürdürülen  hakiki Kültürün önünde dâimi bir engeldi. Savaş, nadiren gerçekleştirdi ama geçip giden barbarlığın bir yâdigarıydı; ekonomi ise yavan ve aptalca bir şeydi ve önemsemeye değmezdi. Hâlbuki gerçekte günlük talebin arasındaydı. Şair ve düşünürlerin isminin geçtiği yerde büyük bir tüccardan yahut mühendisten bahis açmak hakiki Kültüre karşı hani neredeyse  lèse-majesté hıyânetti. Mesela Jakob Burckhardt'ın Weltgeschichtliche Betrachtungen'i düşünün –  bir çok felsefe profesörünün o tipik bakış açısıdır (bu mesele zımnında tarihçilerin sayısı daha az değildir) tıpkı bir roman yazmayı uçak motoru tasarımından daha önemli gören bugünün okur yazar ve estetlerinin bakış açısında olduğu gibi.

7

 Diğer yanda ise maddecilik vardır – esasında bir İngiliz mâmülüdür –  19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca yarı eğitimlilerin tarzı; liberal gazeteciliğin, radikal toplu gösterilerin, kendilerini düşünürler ve kâhinler olarak gören Marksist ve toplumcu- ahlâkçı yazarların felsefesiydi.

İlkinin hususi vasfı, gerçeklik duyusu yoksunluğu ise ikincisinin ki tahripkâr bir sığlıktır. Onun ideali faydadır, sadece fayda. İnsanlığa faydası dokunan her ne varsa Kültürün meşru bir unsuruydu, yani Kültürdü insanlığa faydalı olan. Geri kalan ne varsa lüks, hurâfe veya barbarlıktı. Bu fayda artık “azami sayıda insanın azami mutluluğuna” vesile olan faydaydı ve mutluluğun yolu yapmamaktan geçiyordu – Bentham, Spencer ve Mill'in doktrini son tahlilde böyle söyler. İnsanlığın gâyesi, bireyi çalışmaktan mümkün olduğunca kurtarmak ve yükü makineye yıkmaktır. “Ücretli köleliğin sefâletinden” kurtulmak, eğlence ve rahatlıkta ve “sanattan haz almada” eşitlik – dev şehrin son demlerinde kendini takdim ettiği panem et circenses ekmek ve sirk eğlenceleridir. İlerici nâdan insan emeğinden sözde tutumluluk adına bir aygıtın çalıştığı her tepe başına övgüler düzdü. Evvelki zamanların selim dininin yerini, ilerlemenin emek tasarrufu ve eğlence yapımından daha fazla bir anlamı olmayan “insanlığın kazanımları” adına sığ bir çoşkunluk aldı. Ruha gelince..,hakkında tek bir kelâm edilmiyor.

Şimdi, bu idealler büyük kâşiflerin damak tadına hiçbir şekilde uygun değil (çok az istisna hariç), hatta teknik bilgiye hazır konan uzmanların bile damak tadına uygun değildir. Kendi paylarına bir şeyler olduğunun kokusunu alanlar, onların etrafındaki bu kendi kendilerine bir şeyler keşfedemeyen (keşfetmişlerse şayet bu kez anlama zaafına düşmüşlerdir) izleyicilerdir. Nitekim maddecilik, her bir medeniyette, imajinatif güçten yoksunluğuyla temayüz ettiğinden dolayı bu şartlardan, insanlığın nihâi hedefi ve kalıcı nihâi durumunun  bir Yeryüzü Cenneti olduğunu gösteren bir gelecek resmi şekillenmektedir ki mesela geçen asrın seksenli yıllarındaki gibi, teknik/fennî yenilikler açısından tasavvur edilmektedir - hazır sırası gelmişken, varsayımında “devletleri” dışlayan,  ilerleme telakkisinin ta kendisinin hayli ürkütücü bir inkârıdır bu.  Strauss'un Alte und Neue Glaube, Bellamy'nin Looking Backward ve Bebel'in Die Frau und der Sozialismus adlı kitapları bu fikir düzenini temsil etmektedirler. Artık savaş yok; hukuk, halk, devlet veya din ayrımı yok; suçlular yahut dalavereciler/vurguncular yok; üstünlük / kibir ve benzemezliklerden kaynaklanan çatışmalar yok; nefret yahut intikam yok varsa yoksa rahatlık var bütün binyıl boyunca. Bu ahmaklıklar, bu saçma iyimserliğin tadını çıkardığımız bugün dahi  gerçek hayatta sadece kısmi olarak gerçekleştirilmesi durumunda bile topyekûn katliam ve intihara yol açacak olan böylesi rüya yaşamları sâfiyâne okumada ruha yayılan ürkütücü bezginliği düşününce - Roma'nın İmparatorluk devrinin tædium vitæ'si /hayat bezginliği -  insanın tüylerini diken diken etmektedir.

8

Her iki görüşün modası bugün geçmiştir. Sonunda 20. yüzyıla yani yekûnu dünya tarihi demek olan olguların kesin ağırlığını idrak edebileceğimiz yeterince olgun bir asra geldik.  Şeylerin ve olayların yorumlanması, rasyonelleştirme eğilimi içindeki  bireylerin özel zevklerine yahut kitlelerin ümit ve arzularına âmade değil artık. [İrâdi] “Böyle olacak” ve “böyle olmalı” yerine amansız “bu böyledir”, “bu böyle olacaktır” geçti. Mağrur şüphe, geçen asrın aşırı hissiliğini yerinden etti. Beklentilerimiz her neler olursa olsunlar tarihin bunlara itibar etmediğini öğrenmiş olduk. Bir başka yerde de andığım gibi (1) bireydeki daha derin anlamı ifşa eden fizyonomik ifadedir – her oluşun anlamına vâkıf olmamızı tek başına sağlayan vasıf – Goethe'deki basîrettir ve insanlardan, hayattan ve tarihten anlayan, doğuştan işi ehli olanların / erbâbın basîretidir.

9

Tekniğin özünü kavrayacaksak şayet o halde makine çağının tekniklerinden ve makine ve alet yapmak, tekniğin gâyesidir diyen nosyondan hareketle yola düşmemeliyiz.

Teknik, hakikatte, hatırlanamayacak kadar uzak bir geçmişe dayanır ve dahası tarihi olarak özel bir şey değil devasa genel bir şeydir. İnsanoğlunun da öncesine, hayvanların hayatına, doğrusu tüm hayvanların hayatına uzanır. Bitkilerde olduğunun aksine mekânda serbestçe hareket edebilen, az ya da çok ölçüye-tartıya gelen,  kendi iradesi mevcut ve bir bütün olarak Tabiattan bağımsız ve bunlara sahip olarak kendisini Tabiattan korumaya, kendi varlığına bir tür önem/anlam, bir tür muhteva ve bir tür üstünlük vermeye mahkûm hayvan hayatına özgüdür. Eğer tekniğe bir önem atfedeceksek işe ruhtan, önce ruhtan başlamalıyız.

Hayvanın serbestçe ilerleyen hayatı mücadele (2), başka bir şey değil, mücadele olduğundan dolayı ki bu yaşam taktiğidir, ötekinin (bu “öteki” ister canlı ister cansız Tabiat olsun) nezdinde üstün veya aşağı olması, bu hayatın tarihini kararlaştırmakta ve kaderini - başkalarının tarihinin çilesini mi çekecek yoksa kendisi mi onların tarihi  olacak? - tayin etmektedir;  Teknik, yaşama taktiğidir; çatışma usûlünün -  bizzat hayatla aynı olan çatışma -  dışavurumu olduğu bir iç formdur.

Kaçınılması gereken ikinci hata da budur. Teknik, alet / donanım bakımından anlaşılmamalıdır. Mesele, bir kimsenin şeyleri nasıl şekillendirdiği değil şeylerle ne yaptığıdır; silah değil savaş yapmasıdır. Sonuca götüren nihâi unsurun taktik – yani harbi yürütme tekniği, silahların icât, üretim ve kullanım tekniği ki bir bütün olarak sürecin unsurları olmaktan ibarettirler  - olduğu modern harpler, genel bir hakikate işaret eder.

Aletin hiç kullanılmadığı sayısız teknik mevcuttur aslanın ceylanı alt etmesinde veya diplomaside olduğu gibi. Veya yine, siyasi tarih mücadeleleri adına devleti formda tutan idâri teknik. Kimyasal ve gaz savaşı teknikleri var.

Bir problemle ilgili her mücadele mantıki bir teknik icap ettirir. Ressamın fırçasını sallarken kullandığı bir tekniği vardır, biniciliğin ve hava gemisi kullanmanın bir tekniği vardır. Teknik, her daim, gâyevi bir faaliyettir ve şeylerle alıp vereceği bir şey yoktur. İşte bu, tarihöncesi biliminde / prehistorya çalışmalarında sıkça gözden kaçmakta ve müzelerdeki şeylere çok fazla dikkat sarfedilirken her ne kadar hiçbir iz bırakmadan kayıplara karışmış da olsalar var olmuş olmaları gereken sayısız süreçlere bundan çok azı nasip olmaktadır. (3)

10

Her makine bir sürece hizmet eder ve mevcûdiyetini bu süreç hakkındaki fikre borçludur. Tüm nakil vâsıtalarımız, sürme ve çekme, yüzme ve uçma fikirlerinden doğmuştur vagon veya tekne kavramlarından değil. Bizâtihi yöntemlerin kendileri silahtırlar. Sonuç itibariyle teknik, ekonominin katiyen bir “parçası” değildir; tıpkı ekonominin (dolayısıyla da savaş veya siyasetin) hayatın mustakil bir “parçası” olduğunu iddia edemeyeceği gibi. Hepsi de faal, savaşan, yüklü hayatın bir tarafıdır.

Notlar

1 The Decline of the West, İngilizce Baskısı, Cilt I, s.100

2 The Decline of the West, İngilizce Baskısı, Cilt II, s.3

3 The Decline of the West, İngilizce Baskısı, Cilt II, s.3

Yazar hakkında: Alman Tarih Felsefecisi (1880 – 1936). Metin, yazarın “Der Mensch und Die Technik” adlı eserinden bir bölümdür.

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın