İmtiyazsız, sınıfsız ve kaynaşmış..

Gazeteler olaya yer verdiler vermesine, ama hemen hiçbir haberde eleştirel bir dil kullanılmamıştı. "Ahmet Necdet Sezer ne yapsa yeridir" anlayışı her yere egemen. Rektörler seçimle işbaşına geliyor ve öğretim üyelerinin oylarıyla yaptıkları sıralama YÖK tarafından Cumhurbaşkanına iletiliyor; anayasayı yazanlar, belli ki, 'tarafsız' cumhurbaşkanının listenin en üstünde bulunan en çok oy almış kişiyi atayacağını öngörerek bu düzenlemeyi yapmışlar.

Cumhurbaşkanı Sezer anayasayı kaleme alanların cumhurbaşkanından bekledikleri gibi davranmıyor, Çankaya'ya çıkmadan önce kendisinin de eleştirdiği davranışları tekrarlamaktan da çekinmiyor… Buna rağmen pek eleştirildiği yok.

Bu durum yalnız Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'le ilgili de değil. Bazı siyasetçilerin ağzından çıkan hemen her şey 'yanlış' kabul edilirken (burada TBMM Başkanı Bülent Arınç'ı hatırlayın), aynı sözleri fütursuzca kullanan muhalefetten siyasilerin üzerine giden olmuyor. Önceki gün bir gazetenin manşetine "TRT'ye sızdı" diye tırmandırılan kişiyim ben, oysa habere konu edilen programda dört meslektaşım daha bulunuyordu; aynı durumda olan beş kişi arasından benim cımbızla çekilip manşet yapılmam da bu 'çifte standartlı' uygulamanın bir başka biçimi.

Birilerinin her yaptığı (yanlışları bile) 'siyaseten doğru' kabul edilirken, başkalarının yanlış yapmadıklarını ispat etmeleri her durumda bekleniyor. Kimilerimiz 'olağan şüpheliler' konumunda tutuluyoruz çünkü. Düşünelim bir: 10. Yıl Marşı'nda bulunan "İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz" övgüsünü hak ediyor muyuz? George Orwell'in Sovyetler Birliği için yaptığı ('Hayvanlar Çiftliği') benzetmeyle, 'bazılarının biraz daha fazla eşit' sayıldığı bir toplum yapımız var…

Gelişmeleri belirleyebilecek makamlarda bulunmayanların 'biraz daha fazla eşit' olmaları ve sözgelimi beş kişi arasında yalnız benim "TRT'ye sızmadığımı" ispat zorunda bırakılmam bazılarınıza o kadar da önemli gelmeyebilir… 50 kişiden yalnızca birinin oyunu almış öğretim üyesini rektör atayan, ya da süresi bittiğinde yerini terk etmesi gerektiği anayasada yazdığı halde görevine devam eden cumhurbaşkanı için ne diyeceğiz? Etkili, sesi yüksek çıkan bir kamuoyunun, ona, 'farklı bir standart' uyguladığı belli.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşadıklarımız da acaba gündeme getirdiğimiz bu tavırla ilintili olmasın? Yanlış yapılabilen yerlere yanlış yapmalarına izin verilmesi düşünülmemiş insanların gelmesi mi rahatsızlık kaynağı acaba? Ak Partili biri cumhurbaşkanı seçilseydi ve YÖK tarafından önüne sunulan üç isimli listeden kaç oy aldığına bakmadan kendisine yakın gördüğü birini seçseydi ne olurdu dersiniz? Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına şu yakınlarda yapılan atamada da, Cumhurbaşkanı Sezer, en yüksek oyu alamamış eskiden tanıdığı birini tercih etmemiş miydi? Ya muhafazakâr çoğunluğa sahip Meclis'in seçeceği Ak Partili bir cumhurbaşkanı aynı tarzda davranırsa ne olur?

Demokrasiler kurallara uygun davranılmaması durumunda daha farklı yönetim anlayışları haline dönüşebilirler. Kurallar keyfî uygulamaları ortadan kaldırmak içindir; peki ya keyfîlik kural haline dönüşürse? İşte o durumda da keyfî davranılabilecek makamlara 'siyaseten doğru' damgası taşımayan birinin gelmesi engelleniyor.

Aylar ve yıllar boyu demokrasi, lâiklik, irtica gibi soyut kavramlar üzerinde tartışıp duruyoruz; acaba esas tartışmamız gereken 'imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle' iddiası olmasın?